* Haziran ayı başlarından itibaren iç politikada iki konu ön plâna çıkmaya başladı; biri yeni anayasa meselesi, diğeri de güney sınırlarımızdaki mayınların temizlenmesi meselesi.

* Yeni anayasa tartışmaları, Prof. Kaboğlu’nun önderliğinde DİSK tarafından yazırlanan anayasa taslağı ile hız kazandı; aslında bu taslak 1960’lı yıllardan bu yana sol ideolojinin sloganlarından biri olan “halklara özgürlük” ilkesinden kaynaklanmaktadır. Yeni sol şimdi Kürtçü siyasetle birliktedir. Nitekim DİSK, yeni anayasa taslağında DTP’nin “Demokratik Özerklik” projesini sistematize ediyor.. Bir taraftan da, 1960’lardan bu yana olan olaylar ve kişiler etrafında bir “mit” yaratılmaya çalışılıyor.. Şu soruyu sorsak; “1965’lerde Türkiye, sol’un istediği ve yücelttiği gibi bir sosyalist yönetime geçmiş olsaydı, 1990’lardan sonraki, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve yeniden yapılandırılması sürecinde, şimdiki Doğu Avrupa gibi parçalanıp yeniden yapılandırılacak mıydı veya ABD, Türkiye’yi de Irak gibi yeniden düzenleyecek miydi?… Cevap ne olur acaba???.. Yani , artık sol, sağ yok bitti falan dense de, hâlâ bu ideolojik kutuplaşma, en azından “sol” adına sürüyor demek ki.

* “Sağ” adına da, sürüyor mu? Yoksa onun yerini cemaatcilik, tarikatçılık mı aldı? Yoksa, Atatürk’ün tanımladığı “millîyetçilik” çizgisinde, millî-laîk-demokratik bir devlet ve toplum perspektifinde bir 21. yüzyıl projesi var mı?

* Türk toplumunu, yaklaşık yirmi yıldır, “yumuşak güç” kullanarak dinsel, etnik, bölgesel, mezhebî, toplumsal politikalarla birbirine yabancılaştırma ve çatıştırma politikalarıyla yönetilemez hâle getirdikten sonra, çare diye yeni bir anayasa ile “toplumsal uzlaşı” aramaya kalkmak politika mıdır? Bir mirasyedi davranışı ile, İstiklâl Harbi’yle kazanılmış bu devleti, 20 yılda bir yeniden yeniden kurmaya ne kadar hevesli bu insanlar? Bu “sosyal mozaik” politikaları yerine, fertlerin, bir millî devletin vatandaşları, bir millî hayatın parçası oldukları bilincine varmaları ve bu hayatın devam etmesinin kendi yararlarına da olduğuna inanmaları daha faydalı olmaz mı? O zaman, o hayatı devam ettirmek için daha fazla fedakârlıklara katlanmazlar mı? Öyleyse, politikaların millî birliği güçlendirici olması gerekmez mi?

* Mayınları temizleme meselesine gelince; bu hususta basında oldukça aydınlatıcı yayınlar yapıldı.. Hükûmet açıklamaları ise, tatminkâr olmaktan uzak görülüyor.

* Haziran ayının en iyi haber başlıkları: “Yasal” ayıp 4 bakan yedi” İngiltere’de, bazı şahsî harcamaları yasadaki boçluklardan faydalanıp devlete fatura eden 4 bakan istifa etmek zorunda kaldı. 20’ye yakın milletvekilinin de siyasî hayatı sona eriyor.” (Milliyet, 4 Haziran 2009).. Haberin özeti şu: İngiltere’de bakan ve milletvekili düzeyinde siyasetçiler bazı özel masraflarını devlete ödettirmişler. Bu durum İngilteredeki yasalara uygun imiş.. Ama vicdanî yasalara aykırı görülmüş ki, İngiliz kamuoyu bu politikacıları istifaya mecbur ediyor.. Ödenek skandalı diye adlandırılan bu skandalın arkasından, seçmen İngiliz İşçi Partisini seçimlerde de cezalandırdı; Avrupa Parlamentosu seçimleriyle birlikte 34 bölgede yapılan yerel seçimlerde iktidar partisi tek bir yerde bile seçim kazanamadı.. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde de, İngiliz İşçi Partisi (iktidar partisi), II. Dünya Savaşı’ndan bu yana en ağır yenilgisini aldı. İşçi Partis’nin, Avrupa Parlamentosu’ndaki sandalye sayısı 18’den 13’e geriledi. (Not: Bu haber, Türkiye’ye tercüme edilmesi için önemsenmiştir.)

Herkes, kendisine istediği maaşı bağlasın ve cüzdanından harcasın, istediği arabaya binsin, istediği seyahati yapsın vs,vs… Ama, hayatının bütün lüksünü şirkete ve şirket için gösterip fatura çıkartıp, bizim vergilerimizden ödemesin…. Kul hakkı oluyor, değil mi? Ama yasalara uygun….

* Türkiye, Haziran ayının ortalarından itibaren belgeler tartışmasına sahne oluyor; bu hususta basında pek çok haber yayımlanıyor.. İllâ birinden taraf olmak gerekmez; hukuktan yana olmak yetmez mi?…. Türkiye, bir “yumuşak güçler” savaşına sahne olmaktadır…