Friday, October 15, 2010

SOSYAL MOZAİK POLİTİKALARI AÇISINDAN “DEMOKRATİK ÖZERKLİK” TALEPLERİ

SOSYAL MOZAİK POLİTİKALARI AÇISINDAN
“DEMOKRATİK ÖZERKLİK” TALEPLERİ

1960’lı yıllardan itibaren Türk siyasetinde yeni sloganlar, yeni söylem biçimleri duyulmaya başlanmıştı. Bunlar, “Sol” ideoloji adına ortaya atılan “Halklara özgürlük”, “Halkların kardeşliği”, “Kahrolsun Faşizm”, “İşçi sınıfının birliği ve dayanışması” gibi sloganlardı. ABD ile ilişkilerin özelliği nedeniyle Amerikan karşıtı olup, “Bağımsızlık” sloganları da dile getirilmekteydi. Bu siyasal eylemler genellikle “Atatürk” adına yapılıyor veya “Atatürkçü” gençliğin tepkisi olarak algılanıyordu. Karşıt gruplar tarafından da, daha çok tepkisel eylemler yapılmakta ve Komünizm karşıtı sloganlar duyulmakta idi.
2000’li yıllarda bu siyasal cepheler ayrıştı, yeni ittifaklar oluştu, “Küreselleşme” ve AB süreciyle beraber Atatürk’süz ve Türk Bayrağı olmayan mitingler ve “Demokratik Özerklik” talepleri görüldü…
1985 yılından itibaren aralıklarla yapılan ABD-Sovyetler Birliği zirvelerinin sonucunda da, Yalta Konferansı’nın tanzim ettiği dünya düzeni sona ermiş, Helsinki Zirvesi’nden (9-10 Eylül 1990) sonra Sovyetler Birliği dağılmış ve ona bağlı olarak Doğu Avrupa ve Orta Asya siyaseten çözülmüşlerdir.
Bu “yeni dünya düzeni”nin ilk safhasında Türkiye Cumhuriyeti Doğu Avrupa’daki siyasî çöküşün ve yeniden yapılanışın kendisinde yarattığı zincirleme sarsıntıyı kısmen hasarsız atlatmış bulunmaktadır. Bu döneme, AB ile ilişkiler ve terör damgasını vurmuştur
Anlaşılıyor ki, şimdi “Büyük Orta Doğu Projesi” (BOP) çerçevesinde ikinci safha başlamış bulunmaktadır; “Soğuk Savaş” döneminde Türkiye’nin demokratik ve lâik bir Müslüman ülke olduğu vurgulanır ve övülerek model gösterilirdi. Ama şimdi, yani “yeni dünya düzeni”nde model ülke herhalde Irak oluyor ki, Türkiye etnisite ve dinsel esaslara dayalı bir federal yapıya zorlanıyor.
Bütün bu gelişmelerin, yukarıda sözü edilen zirvelerde konu edilmediğine, ister Doğu Avrupa’nın, isterse Orta Doğu’nun yeniden yapılandırılması stratejisinde Türkiye’nin gündeme gelmediğine veya -Türkiye’nin dahli dışında- bir politika geliştirilmediğine inanmak gerçekci bir düşünce olamaz.
Öyleyse, “Küreselleşme” politikaları sürecinde Türkiye’nin siyasî geleceği nasıl tasarlanmıştır?
Ne zirvelere, ne de bu zirveler sırasında yapılmış olması pek muhtemel gizli anlaşmalara ulaşılması mümkün değildir; ancak, 1990’dan bu yana olanlara, iyi bir gözlemci olarak bakılırsa nelerin kararlaştırılmış, nelerin pazarlığının yapılmış olduğu anlaşılabilir.. Artık Kosova’nın durumunun netleşmesiyle Doğu Avrupa’nın haritası oturmuş görünmektedir. Orta Asya’da bir sorun yoktur; Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) oluşturulmuştur. Şimdi Ön Asya’yı/Orta Doğu’yu, “yeni dünya düzeni”ne uyum istikâmetinde yapılandırma sürecine girilmiştir..
Türkiye’de ise, hangi sebebe dayanırsa dayansın, hangi farka dayanırsa dayansın bir ayrıştırma, farklılaştırma politikası kışkırtılmaktadır.
ABD ve AB ile, Lozan’da neler tartışıldıysa, âdeta yeniden tartışılmakta, tarih 30 Ekim 1918’de, sanki donmuş farzedilerek yeniden yürütülmek istenmektedir; bugüne kadar ara yerde geçen zaman için bir karalama kampanyası açılmış ve bu döneme, din ve inançların yaşanamadığı, demokrasinin olmadığı, bir asimilasyonun yaşandığı şeklinde haksız ve doğru olmayan suçlamaların yöneltildiği görülmektedir. Doğal olarak bu dönem, Cumhuriyet’in kurulup geliştiği dönemdir ve özellikle ilk dönemler Atatürk’le özdeşleşmiştir; bu nedenle de tarihle yüzleşmek, tarihi aşmak adına Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in kuruluş değerlerinin tahrip edilmeye çalışıldığı görüntüsü ortaya çıkmaktadır.
Günümüzde görülen o ki, geleneksel siyasal dinci politikaların, ayrılıkçıların ve 1960’lardan bu yana Marksist-Sosyalist ideoloji taraftarlarının uzantısı gibi görünen II.Cumhuriyetçiler’in dile getirmekte anlaştıkları bir terim ortaya çıkmıştır; “Demokratikleşme”…
İşte, zikredilen bu gruplardan biri, şimdi bu “Demokratikleşme” söyleminden neyi anladığını veya bu tanımın içini nasıl doldurduğunu açıklamış bulunmaktadır: 26-28 Ekim 2007 tarihleri arasında, Demokratik Toplum Partisi (DTP), “Demokratik Toplum Kongresi” adıyla, Diyarbakır’da genel kongresini toplamıştır. Kongre’nin sonuç bildirgesinde “Demokratik Özerklik” talebinde bulunulmuştur. Bildirgeye göre talepler şöyle ayrıntılandırılmıştır:
1- Köklü bir siyasî ve idarî reform talebinde bulunularak, “ülke bütünlüğü içinde, halkın yerelde söz ve karar sahibi olmasını sağlayacak ve tüm farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği düzeyde özerklik kazanması” ilkesi “Demokratik Özerklik” olarak kavramlaştırılmaktadır.[1] Böylece, bir siyasal grubun taleplerini sıralarken veya tanımlarken kullandığı “Demokratik” teriminin kapsamı bilinmiş olmaktadır.
2- “Demokratik Özerklik”in uygulama kapsamından olarak ise, yerel yönetimleri güçlendirmenin, halkı söz ve karar sahibi kılmanın uygulaması hakkında, yalnızca “etnik” ve “toprak” temelli özerklik anlayışı yerine, kültürel farklılıkların özgürce ifade edildiği bölgesel ve yerel bir yapılanma” savunulmaktadır. Bunun için öncelikle Türkiye’nin nüfus yapısının açığa çıkarılması ve bunun için çalışmalar yapılması istenmektedir.
“Bayrak” ve “Resmî Dil” tüm “Türkiye Ulusu” için geçerli olmakla beraber, “her özerk birimin kendi renkleri ve sembolleriyle demokratik özyönetimini oluşturması” öngörülmektedir; bu ifadelerde, sanki 1918’de, imparatorluk bünyesiyle kalındığı yerden devam etme projesi var gibidir? Zaten, Hürriyet ve İtilâf Partisi de, Mütareke sonrasında benzer görüşler ileri sürüyordu; meselâ Sadrazam Ali Rıza Paşa Hükûmeti’nin programı mahiyetindeki beyannâmesinde, iç işlerde yapılması düşünülen ıslâhatlardan bahsedilirken hemen hemen yerel özerklikleri tanımlayan ifadeler vardı.[2] Damat Ferid Paşa hükümetlerinin de, bağımsız bir Ermenistan ve Kürdistan kurulmasını kabul ettiğini biliyoruz..[3] Mamafih, 1970’li yıllarda “demokratik özyönetim”, “yerinden yönetim” gibi kavramlarla, bu kadar ayrımcı olmamakla beraber benzer görüşler siyaset gündemine gelmişti.
Bu tanımlamalarla tarihteki “Osmanlıcılık” politikaları ile, yukarıdaki anlamda “Türkiye Ulusu” tanımları birbirlerine çok benzemektedir; Osmanlı tecrübesinde, var olan milletler, var edilmeye çalışılan mensubiyeti yok etmişti.
Küreselleşme politikaları döneminde de, bir Yugoslavya örneği vardır; Sloven, Hırvat, Arnavut, Sırp, Boşnak mensubiyetleri, “Yugoslavya” mensubiyeti içinde bir arada olamamışlardır. Siyasal konjonktürün değiştiği anda Sosyalist ideoloji birleştirici bir eksen olma özelliğini kaybetmiştir. Bu tecrübelerden ders alınarak, ister “Türkiye Ulusu”, ister “İslâm Ümmeti”nden olmak ekseninde birleşmek adına yapılan özerklik projeleri bir birlik ve bütünlük projeleri olabilir mi? Yoksa bu projeler, stratejik bir düşüncenin veya gaflet denecek derecede bir iyiniyetin sonuçları mıdır?
Bu tecrübelere rağmen, “Sosyal Mozaik” politikalarıyla “Ulus devlet/Millî devlet” yapısı zayıflatılırken, mozaiklerüstü (?) bir “Türkiye Ulusu” diye üst kimlik yaratılacağı mı umulmaktadır? Sonraki aşama için de, bir başka konjonktürel değişim mi beklenecektir? Veya, bir azınlık stratejisiyle bir coğrafyaya kapanmak yerine, bütün ülkenin yönetiminde söz sahibi olunmak mı istenmektedir?
3- Her özerk bölge nasıl yapılanacaktır?
Bu yapılanmanın bölgesel bir meclisle olacağı ifade edilmektedir. Bu yapının bir federalizm veya etnik özerklik demek olmadığı belirtilerek, “Bölgelerin her biri, o bölgenin özel adı veya bölge meclisinin yetki sınırları içinde bulunan en büyük ilin adıyla anılacaktır.” denilmektedir.
Özerk bölgenin işlerinin ise, bölge yürütme kurulunun aldığı kararlarla yürütüleceği belirtilmektedir; bölge valileri, merkezî hükûmetin kararlarıyla beraber bölge yürütme kurulunun aldığı kararları da uygulamakla yükümlü olacaklardı…
Ayrıca bildirgede, bölgelerin/bölge meclislerinin sayılarının ise, 20-25 kadar olabileceği belirtilmekteydi..
4- “Bölgesel Meclis”, merkezî hükûmet adına yürütülecek dışişleri, maliye ve savunma hizmetleriyle, merkezî ve bölge yönetimlerince ortak yürütülecek olan emniyet ve adalet hizmetleri hariç eğitim, sağlık, kültür, sosyal hizmetler, tarım, denizcilik, sanayiî, imar, çevre, turizm, telekomünikasyon, sosyal güvenlik, kadın, gençlik, spor gibi hizmet alanlarından sorumlu olacaktı..
5- “Türkiyelilik” meselesine gelince; bildirgede, “Türkiye Ulusu” tâbiri etnik vurgudan uzak (?), demokratik bir uluslaşmanın tanımı olarak teklif edilmektedir; doğal olarak bu durumda bayrak, dil, meclis, para vb. adları tanımlayan “Türk” ve “Türkiye” kelimelerinin terkedilip edilmeyeceği bir soru olarak akla gelmektedir; nitekim Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV), “Kürt Sorununun Çözümüne Doğru: Anayasal ve Yasal Öneriler” başlığı altında hazırladığı/hazırlattırdığı raporunda[4] 1982 Anayasası –referandumla kabul edildiği gözardı edilerek- “cunta tarafından hazırlanmış olması nedeniyle demokratik meşruiyet taşımayan bir metin” olarak nitelendirilmektedir.[5] Hazırlanması teklif edilen yeni anayasanın ise, “Atatürkçülük ve milliyetçilik” ilkelerine dayandırılmaması gerektiği, “toplumun çoğulcu yapısını yansıtan” bir vatandaşlık anlayışına dayanması gerektiği, Türklüğe yapılan vurgunun giderilmesi istenmektedir: Bu cümleden olarak, 1982 Anayasası, “Başlangıç” bölümü dahil olarak bütününde Türklüğe vurgu yapmakla tenkid edilmekte, Anayasa metninde yer alan “Türk vatanı ve milleti”, “yüce Türk devleti”, “Türk milleti”, “Türk toplumu”, “her Türk”, “Türk vatandaşı”, “Türk dili”, “Türk kültürü”, “Türk tarihi” gibi ifadeler etnik bir kimliğe atıf olarak değerlendirilip, hazırlanması teklif edilen anayasada bu tür ifadelerin kaldırılması istenmektedir.
1982 Anayasasının 4. maddesi, önceki üç maddeye atıfta bulunarak, bu maddelerin değiştirilemez ve değiştirilmesinin teklif edilemez olduğunu belirtir; bu maddelerde, Türkiye devletinin yönetim şeklinin Cumhuriyet olduğu (Madde 1), Türkiye Cumhuriyeti’nin insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu (Madde 2) belirtilmektedir. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkentinin belirtildiği 3. Madde’de ise, “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür, Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklâl Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.”[6] denilmektedir: İşte, bu maddelere de karşı çıkılmakta ve teklif edilen taslakların üçünde, pek çok tanımlamaların arasında, “Türkiye Cumhuriyeti farklı kimlik ve kültürleri tanıyan bölünmez bir bütündür.” cümlesi ortak bir ifade olarak görülmektedir.. Anayasanın bu kısmı için yapılan 4. öneride ise, “ Devlet, Türkçe dışındaki anadillerin eğitim ve öğretimde, kamu hizmetlerine erişimde ve toplumsal hayatın her alanında kullanılması için gerekli kaynakları sağlamakla yükümlüdür.” denilmektedir.[7]; herhalde bu ifadeler maksadı açıklamıştır!!
Yine aynı gerekçelerle, 1982 Anayasasının, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” diyen “Madde 66”ya da, -doğru olmayan bir iddia ile- etnik temelli olduğu ileri sürülerek karşı çıkılmaktadır.[8] Aynı raporun, Millî Eğitim Temel Kanunu’nda yapılmasını önerdiği değişiklik ise, ilkokul öncesi eğitimin anadille yapılması şeklinde olduğu görülmektedir.[9]
Kısacası, Anayasa’dan başka bütün mevzuatın, teklif edilen siyasal ve toplumsal yapı çerçevesinde değiştirilmesi teklif edilmektedir; hiç abartmadan teşhis edelim ki, Türk İstiklâl Savaşı ve onun sonucunda kurulan yeni Türk devleti tasfiye edilmek istenmektedir.
Doğrusu, bu gibi gerekçelerle Anayasa’nın değiştirilerek çok dilli, çok milletli bir siyasal yapılanmayı savunanların, devletin adındaki “Türkiye” tanımlamasına neden itiraz etmedikleri anlaşılamamaktadır: Belki de, genel bir yapılanmanın söz konusu olduğu durumda, daha nötr bir kelime olarak “Anadolu” tanımı teklif edilebilecektir![10]
Demokratik Toplum Kongresi Sonuç Bildirgesi’nde ayrıca, Anayasa’da bütün kültürlerin demokratik bir şekilde varlığının tanınarak teminat altına alınmasının sorunları çözen bir yaklaşım olacağı belirtilmektedir. Artık, buradaki “demokratik” belirlemesinden kastedilen açıktır; yukarıda da söz edildiği gibi, bildirgenin diğer kısımlarında bu kavramla ne anlaşıldığı ve anlatıldığı bellidir.
Sonuç Bildirgesi’nde DTP, 8 Kasım 2007’de Ankara’da “Demokratik Cumhuriyet Kongresi” yapılacağını duyurmakta idi.
17 Ekim 2007’de Kuzey Irak’la ilgili olarak sınır ötesi operasyon tezkeresi TBMM’de büyük bir oy çoğunluğuyla kabul edilmişti; “Demokratik Özerklik” kavramı tartışılırken, aynı ortamda sınır ötesi operasyon tezkeresine karşı protesto gösterilerinin de başladığı görülmektedir.
Bu protestoların, ortak bir stratejinin eseri olduğu izlenimi doğmuştur; Türkiye’de belli illerde ve ilçelerde yapılan bu gösterilerde Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ve Türk Silâhlı Kuvvetleri (TSK) protesto edilmiş, TSK’nın muhtemel sınır ötesi harekâtı reddedilmiştir.
Genel olarak, bu gösterilerde Türk Bayrağı görülmemekte, bir terör örgütünün flâmaları, “Kahrolsun Faşizm” , “Faşizm’e karşı omuz omuza” sloganları görülmekte ve işitilmektedir. Benzer gösteriler Kuzey Irak’ın bazı şehirlerinde ve Suriye’nin Kamışlı şehrinde de yapılmaktaydı.
Bir taraftan da, Türkiye genelinde, Avrupa ve ABD’de Türkler’in yoğun olduğu şehirlerde “Teröre Lânet” mitinglerinin düzenlendiği görülmektedir; New-York’tan Hakkâri’ye kadar yapılan bu gösterilerde halkın birliği ve kardeşliği vurgulanmış, “Teröre Lânet, Kardeşliğe Evet” sloganları atılmış, ellerde Türk Bayrağı ve Atatürk posterleri taşınmıştır.
Türkiye içinde ve Türkiye dışında yapılan bu gösterilerde çatışmaların da olduğu, çeşitli yaralama ve ölüm vakalarının da meydana geldiği görülmüştür.
Neticede ortaya şöyle bir manzara çıkmaktadır; bir tarafta Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Silâhlı Kuvvetleri, bir tarafta da devleti olmayan bir silâhlı güç mücadele etmektedir..
TSK’nın muhtemel sınır operasyonu, teröristlerin sınırda Dağlıca baskını, kaçırılan askerlerin geri alınması tartışmalarının ortamında, DTP’nin, 8 Kasım 2007’de ikinci olağanüstü kurultayı, “Demokratik Cumhuriyet Kongresi” adıyla toplanmıştır.
Kongre, “orta boyutlarda bir Türk Bayrağı”nın asılı olduğu bir salonda, Atatürk posterinin bulunmadığı ve İstiklâl Marşı’nın okunmadığı bir ortamda başlamıştır.
Kongre sonrasında yayımlanan “ DTP Siyasî Tutum Belgesi”nde[11], “Türkiye’nin siyasî - idarî yapısında reform ve Kürt sorununda çözüm modeli” başlığı altında, “1920’lerde Anadolu Halklarının” birlikte yürüttüğü mücadele sonunda kurulan Cumhuriyet’in;
* Merkeziyetçi ulus-devlet olduğu,
* Demokratik olmadığı,
* Asimilâsyoncu olduğu,
* Oligarşik bir yapılanma olduğu,
* Devlet örgütlenmesinde “Türk etnisitesi”nin esas alındığı cihetle krizlerin başlıca nedeni olduğu iddia edilmektedir.
Binaenaleyh, yerelliğe ve “Demokratik Özerklik” esasına dayanan bir “Demokratik Cumhuriyet” talep edilmektedir..
“Demokratik Özerklik” altbaşlığında da, yeni bir siyasî ve idarî yapı teklif edilerek “Demokratik Cumhuriyet” tanımlanmaktadır. Buna göre;
* Yerel yönetimler ihdas edilerek güçlendirilmelidir.
* Yerel birimlerde meclis sistemi esas alınmalıdır.
* Kültürel farklılıkların özgürce ifade edildiği yerel bir yapılanma olmalıdır.
* “Bayrak” ve “Resmî Dil” tüm “Türkiye Ulusu” için geçerli olacak ancak, “Türkçe” resmî dil olmakla beraber diğer dillerin, bölgelerin çıkarılacak nüfus yapısı da dikkate alınarak kamusal alanda ve eğitim dili olarak kullanılabilmesi Anayasa güvencesi altına alınacaktır: Halbuki, böyle bir uygulama İmparatorluk döneminde, Meşrutiyet döneminde bile yoktu. Ciddî bir çalışmanın sonucunda ve ileri gelen devlet adamlarının görüşleri de alınarak hazırlanmış bulunan 1876 Anayasası’nda, bugünkü gibi dil meselesi tartışılmaya başlandığında, Türkçe’nin resmî dil olarak tanımlandığı, hatta devlet memuriyetine girmek için Türkçe bilmenin zorunlu hale getirildiği görülmektedir; böylece, ülkede muhtelif unsurların konuştuğu dilleri Türkçe ile bir tutarak, bütün dillere resmî dil özelliği verilmesinin önüne geçilmişti.[12]
* Her bölge ve özerk birim kendi renkleri ve sembolleriyle demokratik özyönetimini oluşturmalıdır.
* Her bölgede, merkeze bağlı olmaksızın “Bölgesel Meclisler” kurulmalıdır. (Merkezî hükûmetin ve bölge meclislerinin yetkileri, sayıları ve adlandırılmaları hakkında, daha önceki 26-28 Ekim 2007’deki kongre bitiminde yayımlanan “Sonuç Bildirgesi”ndeki talepler burada da aynen tekrarlanmıştır.)
* Bütün bu uygulamaları gerçekleştirilebilmesi için önce, Türkiye’nin nüfus yapısı ve dağılımı ortaya çıkarılmalıdır.
Ayrıca, “vatandaşlık” ve “ulus” kavramlarının yeniden tanımlanması istenmekte, bu topluluğun siyaseten de, “Türkiye Ulusu” olarak tanımlanması ve “Türkiyelilik” üst kimliği etrafında bir vatandaşlık ihdası talep edilmektedir; aslında, etnik, ırksal, dinsel, mezhebî, kültürel ve politik gruplardan oluşan gevşek bir federasyon teklif edilmektedir.
Belge’de ayrıca, bu esasların “1920’lerde kabul edildiği, 1921 Anayasası’nda yer aldığı” da iddia edilmekteydi: halbuki 1921 Anayasası, 10. ve 21. maddeleri arasındaki maddelerde “kaza”lar hariç olarak vilâyetleri ve nahiyeleri “manevî şahsiyeti ve muhtariyeti haiz” olarak tanımlamış ve buralardaki “şûra”ların buralar halkınca seçilmesini öngörmüştür ama, sonuç bildirgesinde ve belgede talep edildiği gibi bir nüfus yapısının belirlenmesi ve bu nüfus yapısının siyaseten temsili ilkesi yoktur… O dönemde Anadolu’da, İstanbul’dan yani Osmanlı Hükûmeti’nden ayrı yeni bir siyasal irade doğduğundan, yönetimde “Şûra”dan bahsedilmiştir. Hatta bu adla, işgal ve istilâya karşı mücadeleler oluşturulmakta idi; bu idare tarzı, halkla dayanışma ve halka danışarak yönetme anlayışına dayanıyordu. Nitekim, Mustafa Kemal Paşa, 23 Nisan 1920’de TBMM açıldığının ertesi günü verdiği önergesini yorumlarken, TBMM Hükûmeti’ni, millî hâkimiyet temeline dayanan halk hükûmeti olarak tanımlamıştır.[13]
Yeni “Türkiye Devleti”nin anayasası 20 Ocak 1921’de kabul edilmiştir; Ankara’da bir Sovyet siyasî temsilcisi bulunmakla beraber, Aralık 1921’de de, Ukrayna Sovyet Hükûmeti temsilcisi (fakat aslında Sovyetler Birliği temsilcisi yetkileriyle) M. Frunze Ankara’ya gelmiş ve Mustafa Kemal Paşa ile, 25 Aralık 1921 ve 4 Ocak 1922 tarihlerinde teferruatlı görüşmeler yapmıştır. Bu ziyeretin amacı, Türkiye ile Sovyet Cumhuriyetleri arasındaki ilişkilerin samimiyet derecesini anlamak ve Sovyet yardımının devam edip etmeyeceğini kararlaştırmak idi. Bu ziyaretlerde konuşulanlar ve verilen sözler, bu konu ile alâkalıdır.
4 Ocak 1922’de yapılan görüşmelerde Frunze, Mustafa Kemal Paşa’yı desteklerken onu etki altında tutmak, Sovyet benzeri bir siyasal yapılanmayı sağlamaya yönlendirmek istemektedir.[14] Frunze’nin bu yöndeki konuşmalarına Mustafa Kemal Paşa’nın, Meclis’te Sovyet Rusya’sına eğilimli bir grubun bulunduğunu, bunların yönetimde olduğunu, kendisinin de bu grubun başında bulunduğunu söyledikten sonra, “ .. halk kitlelerini teşkilâtlandırmak ve onları özgürce hareket etmeye teşvik için biz başka bir yolu; yasama yolunu da denemekteyiz. Örneğin; sonuncu yönetim muhtariyeti kanun tasarısında, daha geniş ve daha demokratik prensiplere dayanan halk yönetimi konusu ele alınacaktır. Bu kanun memurların otokrasisine son verecek ve yönetimi bütünlükle halka-yerel yönetimlere verecektir.. Yerel yönetimler yalnız il merkezlerinde değil, ilçe ve kasaba merkezlerinde dahi teşkil edilecektir… Böylelikle küçük bir farkla, Sovyet yönetim şekline yakınlaşma sağlanacaktır.” demiştir.[15]
İşte, Anadolu’da şürâlar yoluyla geniş özerkliklerden bahsedilmesinin dış politikadaki arka plânı da budur..
Kaldı ki, TBMM’nin açılmasıyla kurulmuş sayılan yeni Türk devletinin de merkeziyetçi ve ulus-devlet yapısında olduğu görülmektedir: 1921 Anayasası’nın 1. maddesinde “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” denilmek suretiyle temel siyasî ilkenin “millî hâkimiyet” ilkesi olduğu vurgulanmıştır.
Yasama ve yürütme yetkilerinin TBMM’ye ait olduğunu belirten 2. maddede de, TBMM’nin, “milletin yegâne ve hakiki mümessili” olarak tanımlandığı, bu gücün TBMM’de “tecelli ve temerküz” ettiği belirtilmektedir: yani, milleti yönetme iradesi yalnızca TBMM’de somutlaşır ve bu güç kimseyle veya herhangi bir kurumla paylaşılamaz; 3. madde ise, yeni devleti “Türkiye Devleti” adıyla tanımlamıştır. ( Bu madde, Cumhuriyet’in ilânından sonra, “Türkiye Devleti’nin hükûmet şekli Cumhuriyet’tir.” biçiminde değiştirilecektir.)
1921 Anayasası’nın seçimlerle ilgili 4. ve 5. maddelerinde de, TBMM üyelerinin “vilâyetler halkınca” seçileceği belirtilerek (ki, burada halkın kültürel, dinsel veya dil özelliklerine göre ayrılarak siyaseten temsil edilmeleri durumu yoktur.), “Büyük Millet Meclisi üyelerinin herbiri, kendini seçen vilâyetin ayrıca vekili olmayıp bütün milletin vekilidir.” denilmektedir; böylece milletin birliğini ve ülkenin bütünlüğünü pekiştiren güçlü ifadeler görülmektedir.
Bir de şu açıdan bakalım; 1921 Anayasası’nda resmî dil, başkent ve İstiklâl Marşı belirtilmemiştir diyerek bunların da tartışılması lâzım geldiği savunulabilir mi? Veya, 1921 Anayasası’nın, Meclis’in yetkilerini düzenleyen 7. maddesindeki “dinsel hükümlerin yerine getirilmesi, …” ifedesine dayanılarak dinsel devlet-lâik devlet tartışmasına mı girilmeli?
Netice itibarla, DTP’nin gerek “Sonuç Bildirgesi”nde, gerekse “Siyasî Tutum Belgesi”nde tanımladığı yapının 1921 Anayasası’nda yer aldığı iddiası doğru değildir. Ancak, bu talepler “1861 Cebel-i Lübnan Nizamnâmesi”ni büyük ölçüde hatırlatmaktadır: 1860’da, Lübnan dağlarında yaşayan Dürzîler’le Maruniler arasında büyük bir çatışma çıkmış, bundan kısa bir süre sonra da Şam ve civarında yaşayan Müslümanlar’la Hrıstiyanlar arasında mal ve can kaybına yol açan çatışmalar yaşanmıştı.[16]
Bu olaylar 1856 Paris Anlaşması’ndan çok kısa bir süre sonra oluyordu ve Avrupa devletleri Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü ortak bir teminat altına almışlardı; “Oysa, bu olayların patlak vermesiyle birlikte, bazıları istekli, bazıları isteksiz de olsa, beş büyük Avrupa devleti Osmanlı İmparatorluğu’na yeniden ortak bir müdahalede bulunmuşlar, bununla da yetinmeyerek ortaya Osmanlı devletinin toprak bütünlüğüyle bağdaştırılamayacak önermelerle çıkmışlardır.”[17]
9 Haziran 1861’de , İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya, İtalya, Prusya ve Osmanlı temsilcilerinden meydana gelen bir uluslararası konferansın hazırladığı “Cebel-i Lübnan Nizamnâmesi”yle, Lübnan’a idarî, adlî, malî tam bir özerklik verilmiştir. Nizamnâme, Lübnan Dağı ile sınırlı olup, Beyrut ve diğer Müslüman kıyı bölgelerini kapsamamaktaydı. Tanımlanan bölge, büyük güçlerin denetimi altında olmak üzere Bâb-ı Âli’nin atayacağı Katolik bir genel valiyle yönetilecekti. Yeni hükûmet, kendi adlî düzenini ve milis kuvvetlerini denetimi altında bulunduracaktı. Osmanlı askerî varlığı bulunmayacak ve İstanbul’a vergi ödenmeyecekti. Yerel vergiler, yerel ihtiyaçlara sarfedilecek, bütçe açıkları yerel kaynaklardan karşılanacaktı.. Dinine bakılmaksızın bütün ahali yasalar önünde eşit sayılacaktı.[18] Yani, artık Lübnan, İmparatorluk’tan kopmaya aday bir toprak parçasıydı.. Bu müdahale ve uygulama Osmanlı yönetimini uyarmış olmalı ki, 1864’de Vilâyet Nizamnâmesi çıkarılarak merkezî yönetim güçlendirilmiştir.
Bu taleplerin, “Sosyal Mozaik” politikalarının tipik bir projesi olduğu söylenebilir.
“Siyasî Tutum Belgesi”nin yayımlanması, basında “Diyarbakır kararları Ankara’da uygulandı” biçiminde yer almıştır.[19] Kongre’de DTP’nin yeni genel başkanı da yaptığı konuşmada “Demokratik Özerklik” ve yeni bir anayasa ile sorunların çözüleceğini iddia etmiş, “Bulgaristan’da yaşayan Türkler’e verilen siyasî hakların Türkiye’de model alınması” çağrısında bulunmuştur.[20] Kongre’deki diğer konuşmacılar tarafından da, tek bayrak, tek dil, tek vatan, tek millet, tek devlet anlayışının Cumhuriyet dönemiyle birlikte isyan ve çatışma sürecini başlattığı iddiası yönünde konuşmalar yapılmıştır.[21]
Kongre’de yapılan Bulgaristan modeli benzetmesine ertesi günü, Bulgaristan’da, çoğunluğunu Türkler’in oluşturduğu Hak ve Özgürlükler Partisi Genel Başkan Yardımcısı Remzi Osman’dan red cevabı gelmiştir; Remzi Osman bu benzetmelere itiraz ederek, “DTP talepleri bize uymuyor. Bulgaristan üniter devlettir. Özerk bölgeleri ve yönetimleri yoktur. Bizim partimiz de, Bulgaristan partisidir.. Elbette Türkçe konuşmayı seviyoruz ama, Bulgaristan’ın resmî dili Bulgarca’dır. Radyolarda ve devlet televizyonunda kısa süreli Türkçe yayınlar yapılıyor.” demiştir.[22]
Bulgaristan’ın, AB İşlerinden Sorumlu Bakanı Gergona Granchorova, Türkiye’yi ziyareti sırasında, yapılan benzerlikler ve DTP’nin “Sofya modeli” talebi kendisine sorulduğunda, Hak ve Özgürlükler Hareketi ile DTP arasında hiçbir benzerlik olmadığını söylemiş ve “Çok şükür ki, Bulgaristan’da eli silâhlı insanlarla karşılaşmadık.” diyerek terörist boyuta dikkati çekmiştir.[23]
Şubat ayı başlarında ise, “Türkiye Barış Meclisi”nin Ankara’da, “Yeni Anayasa Sürecinde Demokratikleşme ve Kürt Sorunu” adıyla düzenlediği toplantıda da, bazı konuşmacılar tarafından yine “tek millet, tek dil” anlayışı reddedilmiş, “… Kürtler federasyonu da, ayrılmayı da tartışabilir, bu da en doğal haklarıdır.” denmiştir.[24] Diğer katılımcılar da, sorunun varlığı, demokratik özerklik, idarî bir reformun gerekli olduğu, AB’ye katılındığında Türkiye’nin “Misak-ı Millî” sınırlarının korunacağı yönünde görüşlerini dile getirmişlerdir.
TSK’nın 21 Şubat 2008’de başlayan sınır ötesi operasyonlarıyla tartışmalar yeniden siyasetin gündemine oturmuştur; sınır ötesi operasyonun (Güneş Harekâtı) sürdüğü günlerde Türkiye’nin bazı il ve ilçelerinde askerî harekâtı protesto eden gösteriler yapılmış, yukarıda adı geçen “Bildirge” okunmuş ve “Kürt sorununun en gerçekçi çözüm yolunun Demokratik Özerk Kürdistan” olduğu seslendirilmiştir.[25]
Tartışmalar bu boyutlara ulaştığında AB ve Avrupa Parlamentosu (AP) konuya dahil olmuştur: Sosyalistler, Liberaller ve Yeşiller tarafından düzenlenen, “Sivil Anayasa ve Türkiye’de Kürt Sorunu” konulu toplantıda yine tek millet, tek dil, tek tarih anlayışı eleştirilmiş, federasyon tezi bolca dile getirilmiştir.[26] Avrupa Parlamentosu’nun (AP), Ocak 2009’da yaptığı, “Türkiye’de Değişim Zamanı” konulu Kürt konferansında da, yine federal bir siyasal yapı ve Avrupa Birliği’nin (AB) doğrudan devreye girmesi çağrıları yapılmıştır. Konferans’ta konuşan DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, “Projelerimiz demokratik özerklik üzerinde şekillenmiştir. Kürtler’in kendi coğrafyasında, kendilerini özgürce yönetebileceği sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda kendilerini ifade edebileceği bir yönetim anlayışı; Türkiye’nin bütünlüğü içinde kimliğinin anayasal güvence altına alınması ve ana dilde eğitim yapma hakkı istenmektedir.” demiştir.[27] Görüldüğü gibi, cümlenin bütünlüğü içinde, sıralanan talepler arasında “Türkiye’nin bütünlüğü” kelimesi, biraz anlamını kaybetmektedir… Aynı konuşmanın devamında da, AB bu soruna müdahaleye davet edilmiş ve AB’nin bir izleme komisyonu oluşturması istenmiştir.
2010 yılında da,da, sorun daima gündemde kalmakla beraber Ağustos ayı başından itibaren aynı tartışmanın, dozu biraz daha artırılmış olarak gündemde yükseltildiği görülmektedir: Tunceli’de, “Munzur Kültür ve Doğa Festivali” kapsamında düzenlenen “Kürt Sorunu’nda Muhataplık Konusu ve Demokratik Özerklik” panelinde, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in konuşmasıyla –artık daha rahat telâffuzuyla-, özerklik ve özerklik ilânı meselesi tartışılmaya başlanmıştır.. Bu konuşmasında Baydemir, “ Özerk Doğu Karadeniz olacak, Özerk Orta Karadeniz olacak, aynı zamanda Özerk Kürdistan olacak…” demiş, ayrıca TBMM’nin devam edeceğini, Türk Bayrağı’nın olacağını belirterek, “ Belediye binamızın önünde ay yıldızlı Türk bayrağımızla, sarı-kırmızı-yeşil bayrağımız dalgalansa ne olur.?”demiştir.[28]
Baydemir’in bu konuşmasıyla, Türrkiye Cumhuriyeti’nin, demokratik özerk cumhuriyetlere ayrılarak yerel parlamentoların kurulması ve belediye önünde ay yıldızlı bayrağın yanında yerel bayrakların dalgalanmasını önermesi, diğer siyasal partilerin büyük tepkisine yol açmış ve bu partilerin temsilcileri tarafından ağır şekilde eleştirilmiştir; bu eleştirilerde, tekliflerin bölücülük olduğu, bu milletin tek bir bayrağı ve tek bir cumhuriyeti olduğu ve bu sözlerin üniter devlet yapısıyla bağdaşmadığı fikri ortak bir nokta olarak görülmektedir.[29] Ertesi gün, yani 3 Ağustos tarihli haberlerde ise, Tunceli Cumhuriyet Savcılığı’nın bu konuşma üzerine soruşturma başlattığı basında yer almıştır. Baydemir ise, yaptığı açıklamalarda, parti (BDP) programlarında yer alan demokratik özerklikten ne anladığını ifade ederek tartışmayı sürdürmüştür..
Bu tartışmalar sürerken, “demokratik özerklik” konusunu tartışmak üzere, Demokratik Toplum Kongresi’nin, Diyarbakır’da toplanacağı duyurulmuştur (7-8 Ağustos 2010): Kongre’de güncel siyasal konular konuşulmakla beraber, “demokratik özerklik talebi” tekraren dile getirilmiş, bu meselenin 90 yıllık olup Millî Mücadele yıllarında, Kürtler’e muhtariyet (özerklik) için söz verildiği iddia edilmiştir. Bu kongrede yeni olarak, 10 Şubat 1922’de TBMM’de yapılan gizli oturumda “Kürdistan’ın özerkliği yasası”nın, 64’e karşı 373 oyla” kabul edildiği iddia edilmektedir [30]: “TBMM Gizli Celse Zabıtları[31] yayımlandığı için bu bilgileri kontrol etmek gayet kolaydır.. Nitekim bu zabıtlarda, gizli celselerin 2, 4, 6, 7, 9, 11, 13, 16, 20, 21, 23, 25, Şubat 1338 (1922) tarihlerinde yapıldığı görülmektedir. Her birinin toplantı numaralarını izlemek mümkündür; yani 10 Şubat tarihli bir toplantı yoktur. Ayrıca, her toplantıda, bir evvelki tutanağının özeti okunmaktadır.. Yani, sözün kısası bir belge sahteciliği ile karşı karşıya kalınmaktadır.. Üstelik, Kongre Genel Başkan Yardımcısı tarafından, “İngiliz ve Fransız arşivlerine göre…” diye muğlak bir ifade kullanılmış ve güya adı geçen belgenin, İngiliz Yüksek Komiseri tarafından, İngiliz Dışişleri Bakanına rapor edildiği iddia edilmiştir..
Daha evvel söylenen ve yazılanlardan farklı olmayarak, özerklik talepleri ve anayasal ve yasal değişiklik talepleri Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP), sitesinde siyasî tutum belgesi olarak yer almaktadır.[32]
Sonuç olarak; yeni Türkiye iddiasıyla bir projenin ortaya atıldığı, iç politikada tarafların hemen belirginleştiği, bir süre sonra da, AB ve ABD politik çevrelerinden görüş beyanları geldiği, bu gelişmelere paralel olarak sivil toplum kuruluşlarının peş peşe faaliyetler icra ettikleri görülmektedir. Böylece, kamuoyunda şöyle bir şekillenme gerçekleştirilmek istenmekte, bir beklenti yaratılmaktadır:
a- Küreselleşme’nin kaçınılmaz bir boyutu olarak Türkiye’de siyasî, sosyal, ekonomik, demokratik açılımlar yapılmalıdır.
b- Bazı kalem sahipleri, “siyasî reform” sözcüğüne ihtiyatla yaklaşarak, bu kelimeyi kullanmazken bir demokrasi ve kalkınma paketi gereğinden bahsetmektedirler..
c- Çözüm önerileri, yarım kalmış bir politikayı tamamlamak ister gibi, “Güneydoğu için kapsamlı bir ekonomi ve sosyal strateji” oluşturulmasını teklif etmektedirler.
Adeta, uluslaşma sürecini tersine çeviren, ayrıştırıcı bir politika görülmektedir; bu süreç, Anadolu’yu Balkanlaştırmaktan öte siyasî bir ufuk vaad etmemektedir.
Bir ülkeye karşı, nüfus patlaması ve terörle tehdit yaratarak [33] izlenen bir stratejinin ve taleplerin meşruîyeti sorgulanmalıdır. Tarihsel gelişmeye ve sosyolojik olgulara ters düşen bu taleplerin, demokrasi yoluyla da, (faydacı açıdan da bakılarak) gerçekleştirilmesi mümkün değildir..
Bu siyasî gelişmelere, bir yerden sonra dış siyaset güçlerinin de katıldığı görülmektedir; hatta iç siyasetteki taraflar bu müdahaleyi davet etmektedirler. Adeta, Tanzimat’tan bu yana uygulanan bir siyaset klâsiği sergilenmektedir…
Türkiye’deki bu siyasal tehdit ve gerilimi tırmandırma stratejisinin yarattığı en büyük tehlike, bir çatışma ortamı yaratılarak uluslararası siyasal güçlerin (BM, NATO, AB gibi..) Türkiye’ye müdahalesinin sağlanmasıdır; değerli tarihçi Prof. Dr. Halil İnalcık, bu müdahaleci siyaset geleneğinin, XIX. yüzyıldan bu yana, Osmanlı coğrafyasını, çıkarları doğrultusunda tanzim etme politikalarına dikkati çekmektedir.[34]
Halil İnalcık Hoca’nın bir uyarısı da, özerklik projesine geliyor ve şöyle diyor: “DTP’nin sözde özerklik önerisi Barzani-Talabani’yi destekleyen bir taktiktir. Doğuda özerk bir Kürt eyaleti, bölgenin Barzani’nin Kürt idaresine ilhakını kolaylaştırır. 19. yüzyılda Kuzey Bulgaristan’a özerk bir idare tanıdık (1878); Prens Aleksandr, bizim Meriç vadisinde Türkler’le meskûn Rumeli-i Şarkî vilâyetimizi gelip işgal etti. (1885) ve bir şey yapamadık.”[35]
Bu durumda, “Küreselleşme” politikalarının etkisini “Sosyal Mozaik” politikalarıyla hissetmeye devam edeceğiz… Bu çerçevede, bu politikaları tanzim eden güçlere, Türkiye’ye karşı izlenen politikalarla haksızlık yapıldığını, güçlü bir Türkiye’nin küresel bir barışın (Afganistan’da, Bosna’da vb..) güvencesi olduğu gibi, bölgesel barışın da güvencesi olduğunu anlatabilmek
gerekmektedir… Diğer taraftan da, içte izlenecek politikalarla toplumun ve devletin dayanma gücü desteklenmelidir.. Aksi halde ırkî, mezhebî, ekonomik, politik bunalımlarımız bata-çıka sürecek, ne öldürecek ne de onduracak demektir…



[1] Milliyet, 31 Ekim 2007, s:13, Hürriyet, 28 Ekim 2007, s:24; Milliyet, 1 Kasım 2007, s:21; Fikret Bilâ, “DTP’nin Bildirgesi ve Öcalan Tezleri”, Milliyet, 2 Kasım 2007, s:18; ayrıca diğer basın ve online haberleri..
[2] Kemal Atatürk, Nutuk-Vesikalar, Ankara 1991, Vsk:235,s:894
[3] TİH VI, Ankara 1974, s:29-30; Kemal Atatürk, Nutuk Belgeler, Ankara
1991,Vesk. No 99, s:713
[4] Dilek Kurban- Yılmaz Ensaroğlu, Kürt Sorunu’nun çözümüne doğru: Anayasal ve yasal öneriler, TESEV YAYINLARI, Haziran 2010
[5] A.g.e, s:22
[6] Suna Kili- A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri (Sened-i İttifak’tan günümüze), İstanbul 2000, s:264
[7] Dilek Kurban- Yılmaz Ensaroğlu, a.g.e, s:24
[8] A.g.e, s:26
[9] A.g.e, s:40
[10] Mamafih, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana adı üzerinde muhalif düşünceler olmuştur; yakın zamanlarda da, bu düşünce tarzı bazen bazen duyulmakta, “Ne mutlu Türk’üm diyene.” sözüne nazire yaparcasına, “Ne mutlu Anadolulu’yum diyene.” sözü zikredilmekte veya şair, yazar Murathan Mungan’ın bir röpörtajında kendisinin Mardin’li, babasının Arap-Kürt melezi, annesinin Boşnak olduğunu belirttikten sonra, “Sonuçta bana kalmış olsaydı, zaten burayı “Anadolu Cumhuriyeti” diye kurmuş olurdum!” sözlerinde olduğu gibi bu muhalif zihniyet, zaman zaman dile gelmektedir. (Milliyet, 11 Temmuz 2005, s:17)
[11] www.hurriyet.com.tr/gundem/7661752_p.asp
[12] Ali İhsan Gencer, “İlk Osmanlı Anayasası’nda Türkçe’nin resmî dil olarak kabûlü meselesi”, Armağan-Kanun-ı Esasî’nin 100. yılı, AÜSBF, Ankara 1978, s:186-187; Meşrutiyet’in ilânıyla Rumlar da, Rumca’nın resmî dil olması için gösteriler yapmışlardı..
[13] Kemal Atatürk, “Nutuk 1919-1927”, (Yay.Hz:Zeynep Korkmaz), Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2004, s:300
[14] Yavuz Aslan, Mustafa Kemal-M. Frunze Görüşmeleri, Türk-Sovyet ilişkilerinde zirve, Kaynak Yayınları, İstanbul 2002, s:47
[15] a.g.e, s:49
[16] A.Halûk Ülman, 1860-1861 Suriye Buhranı, AÜSBF.Yay., Ankara 1966, s:III
[17] a.g.e, s:III
[18] Cenk Reyhan, “Cebel-i Lübnan Vilâyet Nizamnamesi”, (http://www.yayed.org.tr/resimler/ekler/f121ce07d74717e_ek.pdf ); A.Halûk Ülman, a.g.e, s:120-121
[19] www.milliyet.com.tr/2007/11/09/siyaset/axsiy02.html
[20] a.g.y
[21] a.g.y
[22] Milliyet, 11 Kasım 2007, s:1
[23] Milliyet, 16 Kasım 2007, s:19; aynı siyasal çevrelerce, bu sefer de içeriği belli olmayan bir “Kosova Modeli” önerilmiştir..(Namık Durukan/ Ankara, Diyarbakır DHA, “Türk, Kürt sorunu için Kosova Modeli önerdi.”, Milliyet, 13 Mayıs 2009, s:15; 7 Temmuz 2009’da da, Diyarbakır’da toplanan DTP’li belediye başkanları, sorunun siyasî olduğunu, çözümün de siyasî olacağını belirterek, Cumhurbaşkanı’na sunmak üzere hazırladıkları öneriler paketinde İskoçya ve Bask modelini teklif etmektedirler; “Demokratik Özerklik Projesi”nin en uygun çözüm olduğu ileri sürülerek, “Bask modeli”nin bire bir uygulanması talep edilmektedir. (Milliyet, 9 Temmuz 2009, s:13)
[24] Milliyet, 10 Şubat 2008, s:25
[25] Basın ve online haberler.
[26] Milliyet 4 Mart 2008, s:15; Hasan Cemal, “Kürt siyasal hareketinde PKK eleştirisi yok gibi”, Milliyet, 5 Mart 2008, s:19..; Daha önceleri aksi yönde konuşmaları olduğu halde, Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk, şöyle bir beyanatta bulunmuştur: “ Kürt sorununun nihaî çözümünde eyalet, federasyon gibi seçenekleri Türkiye için uygun bulmuyoruz. Irak’ta federatif çözüm gerçekci olabilir; ancak Türkiye’de bu mümkün değildir. Bağımsız Kürt devletini en başta Kürtler ve Türkler açısından yararlı görmüyoruz. Ortadoğu’da yeni bir ulus devlet inşa etmenin mantığı yoktur, koşulları da.” (Doğan Heper, “Olumlu gelişme var”, Milliyet, 24 Nisan 2008, s:20)
[27] Güven Özalp/Brüksel, “AP’de Kürt konferansı”, Milliyet, 29 Ocak 2009, s:15
[28] Ferit Demir/Tunceli, Bayrağımız dalgalanacak, Milliyet, 1 Ağustos 2010, s:14
[29] 2 Ağustos 2010 tarihli basın haberleri
[30] http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=15506927
[31] TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt: I-II-III-IV, I.Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Genel Yayın No:267, Tarih Dizisi:18, Ankara
1985
[32] http://www.bdp.org.tr/yayinlarimiz/demokratik-ozerklik/demokratikozerklik.html
[33] “PKK çağrı yaptı: Masaya oturun, silâh bırakalım”, Milliyet, 17 Mart 2008, s: 1
[34] Taha Akyol, “Tarihçiden uyarı”, Milliyet, 2 Kasım 2007, s:19
[35] Devrim Sevimay, “Prof. İnalcık’tan 7 önemli uyarı” (Söyleşi), Milliyet, 12 Kasım 2007, s:20

SEVR’İN İMZALANIŞININ 90. YILINDA…

Anadolu’da Türk milletinin direnişini ve istiklâl mücadelesini anlamazlıktan gelen İtilâf Devletleri, TBMM’nin açılması ve faaliyetleri karşısında Sevr Anlaşması için yaptıkları hazırlıklara hız vermişlerdir. Sevr Anlaşması’nın hazırlıkları Paris Barış Konferansı’nda yapılmıştı: Buna göre Anadolu toprakları müttefikler arasında paylaştırılıyor ve azınlıkların dilekleri dikkate alınıyordu.

İtilâf devletleriyse, Anadolu’nun taksimi ile İstanbul’un yönetimi hususunda birbirleriyle anlaşamıyorlardı: Bu maksatla 12 Şubat 1920’de Londra’da toplanan Konferans, 10 Nisan 1920’de dağılırken, İtilâf temsilcileri San-Remo’da toplanmayı kararlaştırmışlardı. 18-26 Nisan tarihleri arasında da, San-Remo’da toplanan İngiliz, Fransız, İtalyan devlet adamları TBMM ve oluşan yeni şartları dikkate almaksızın Anadolu’yu parçaladılar. Osmanlı delegeleri San-Remo’ya çağrılarak bu kararlar onlara tebliğ edildi.

Osmanlı Hükûmeti’nin karşı görüşleri.

Müttefikler, Sevr Anlaşması metninin son halini 11 Mayıs 1920’de Osmanlı temsilci heyetine vermişlerdir. Osmanlı Hükûmeti’nin, barış anlaşması taslağına karşı ileri sürdükleri itirazlar Temmuz 1920 ortalarında Paris Barış Konferansı Başkanlığı kanalıyla Müttefiklere sunulmuştur [1]: Osmanlı Hükûmeti, anlaşma taslağına belirttiği karşı görüşlerinde, müttefiklerin barış ve adalet duygularına hitab etmiş, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girişinin sebebini, sorumluluğunu daha önceki Osmanlı Hükûmeti’nin maceracı politikalarına yüklemiştir. Osmanlılar’ın savaşa girişinin sorumluluğunun, İttihatçı yönetim kadrolarına ait olduğu ifade edilmiştir.

Osmanlı Hükûmeti, bu barış taslağının, I. Dünya Savaşı’ndaki müttefiklerine kabul ettirilenlerden daha ağır olduğu kanısındadır; bu hususu ileri sürerken, Osmanlılar’ın savaşı kendi topraklarının dışına taşırmamış olduğunu ve Osmanlı ordularının hiçbir yakıp-yıkma ile suçlanmadığına dikkati çekmektedirler. Tasarıya verilen bu karşı görüşlerde, Türkiye’nin haksızlığa uğradığı, Türkiye’ye eşit muamele yapılmadığından yakınılmıştır.

Osmanlı Hükûmetinin bu itirazlar ve teklifler içeren cevabında, milliyet ilkesi adına bağımsız devletler yaratılarak, bazı ülkelerin de manda yönetimi altına alınması suretiyle devletin bölündüğünden şikayet edilmektedir; üstelik bu bölme işleminin, savaşta fiilen bulunmamasına rağmen yenen durumuna geçen Yunanistan hesabına yapıldığı, Kürdistan’ın ayrılmak için hazırlandığı belirtilmektedir.

Bu ifadelerden ve tespitlerden de açıkca anlaşılıyor ki, Sevr’in bir yokoluş belgesi olduğu, Osmanlı Hükûmeti tarafından da görülmektedir… İfadelere bakılırsa, kararlı bir diplomatik duruş gösterilecek gibiyken, devamındaki cümlelerde yine acz ve yetersizlik duyguları belirten söylemler görülmektedir; “barış”, “gönül yüceliği”, “özgürlük sevgisi, “adalet” gibi yüceltici ifedelerle, güya, İtilâf devletlerinin (İngiltere, Fransa, İtalya, ABD) “en soylu duygularına” hitap edilerek, politik bir himmet beklentisi yaratılmaktadır.

Müttefiklerin cevapları.

Barış anlaşması tasarısına karşı İtilaf devletlerinin, Osmanlı Hükûmetine ültimatom niteliğinde verdikleri cevap (16 Temmuz 1920), İstanbul basınında 21 Temmuz 1920 tarihinde tam metin olarak yer almıştır[2] : Müttefikler karşı cevaplarında, Osmanlı Devleti’nin savaşa katılmakla büyük bir suç işlemiş olduğunu, Çanakkale Savaşları’nı imâ ederek, büyük bir deniz ulaşım yolunu kapatarak müttefiklerin yolunu kesmekle en az iki yıl savaşın uzamasına sebep olunduğunu, müttefiklerin “milyonlara varan insan yaşamıyla, yüzlerce milyarlık” kaybına neden olunarak büyük bir suç işlenmiş olduğu, bu zararlar karşısında anlaşma taslağındaki şartlarının, az bile olduğu belirtiliyordu.

Osmanlı Hükûmeti, her ne kadar Wilson ilkelerinin çoğunluk esaslarını ileri sürmüş olsa da, müttefikler, “Türkler’in öteki uluslar üzerindeki egemenliklerine artık sonsuzluğa dek son vermek zamanının geldiğini” ifade ederek, Türk ülkesinin parçalanacağının haberini vermiş oluyorlardı; nitekim sınırlarla ilgili itirazların hiç birini dikkate almadıkları, Anadolu’nun ve Trakya’nın parçalanacağını ifade eden cümlelerinden anlaşılmaktadır. Hatta daha da ileri bir ifade ile, bu barış taslağının uygulanmasıyla “Türk ulusunun mutlu bir ulus” olacağı iddia edilmektedir!!!!

Baştan da belirtildiği gibi, bir ültimatom niteliğinde olan müttefiklerin bu karşı cevabı şu cümlelerle bitiyordu: “Eğer Osmanlı Hükûmeti, Andlaşmayı imzadan kaçınırsa ve üstelik imzadan sonra, Anadolu’da söz geçirmesini yeniden kurmak ve Andlaşma’nın yürütülmesini sağlamak konusunda güçsüz bulunursa, Müttefikler, Andlaşma’nın maddelerine uygun olarak, bu kararı yeniden incelemek ve bu kez Türkler’i Avrupa’dan sonsuzluğa dek kovmak durumuna girebileceklerdir.”[3]

Saltanat Şûrâsı’nın toplanması Sevr Anlaşması’nın imzalanması kararı.

Müttefiklerin, anlaşma taslağı üzerindeki ültimatom niteliğinde cevapları üzerine, nasıl davranılacağı konusunda 22 Temmuz 1920 günü Yıldız Sarayı’nda ve Padişahın huzurunda bir kurul toplanmıştır. “Meclis-i Âli” veya “Saltanat Şûrası” denilen bu kurul hükûmet ve Âyan Meclisi üyelerinden, bilim adamlarının önde gelenlerinden ve yüksek subaylardan meydana geliyordu; Şûrâ toplantısında önce müttefiklerin cevabı okunmuş ve görüşmeler sonunda anlaşma metninin Osmanlı Hükûmeti tarafından imzalanmasına karar verilmiş ve bu konuda resmî bir bildiri yayımlanmıştır.. Böylece Padişah ve Hükûmet, anlaşmanın o oybirliğiyle imzalanmasına karar verildiğini göstermek ve sorumluluğu yaymak, dağıtmak istiyordu.. Daha doğrusu, düşülen kötü durumun siyasal sorumlusu kaybediliyordu; herkesin sorumlu olduğu yerde, hiç kimseyi sorumlu tutmak mümkün değildi….

Padişah’ın da katılımıyla toplanan Saltanat Şûrası toplantısı bir buçuk saat sürmüş ve şöyle cereyan etmiştir: Önce Müttefikler’in, Osmanlı Hükûmeti’nin anlaşma taslağı hakkındaki karşı görüşlerine cevapları okunmuş ve sonra bu hususta Hükûmet’in 20 Temmuz 1920 tarihli tutanağı okunmuştur. Bu tutanakta, Müttefikler’ce âdeta tebliğ edilen anlaşma taslağının, “çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntılarından, Trakya’nın bir parçası ile Anadolu’da yeni bir küçük devlet kurulması” öngörüldüğünden bahisle, tasavvur edilen bu devletin de, tümüyle bağımsız olmadığı belirtiliyordu.[4]

Hükûmet’in bu tutanağında, Anlaşma taslağının çok ağır şartlar taşıdığı gerçeği teslim edilmekle beraber, bir çaresizlik psikolojisinin getirdiği eziklikle iki seçenek karşısında bulunulduğu belirtilmiştir; bu seçeneklerden birincisi Trakya’nın ve Anadolu’nun bir kısmında küçük bir devlet olarak siyasal yaşamı sürdürmek idi. Ancak bu devletin Yunanistan, Bulgaristan, Rusya ve Ermenistan’ın gelecekteki baskılarının nasıl göğüsleyeceği, büyük bir tevekkülle “insan gücünün üstündeki sonsuz Tanrısal gücün” iradesine havale ediliyordu…..

İkinci seçenek olarak Anlaşma taslağının reddi halinde nelerle karşılaşılacağı değerlendirilmiştir: Anadolu’daki Millî Mücadele’ye ki, Osmanlı Hükûmeti onları “Kuvva-ı bâgîye” (başkaldıran, isyancı kuvvetler) diye tanımlıyordu, bu mücadeleye güvenilemeyeceği, bunun sürmesi halinde işgallerin Anadolu’ya yayılarak devletin geri kalanının da bölüneceği ve Osmanlı Devleti’nin sona ereceği değerlendirilmiştir.

Hükûmet’in kararlarında, Anlaşma’nın nasıl imzalanacağı ve nasıl onaylanacağı meselesi de konu edilmiştir; çünkü Kanun-ı Esasî’ye göre bu yetki Meclis’te idi. Fakat. Osmanlı Mebusan Meclisi 11 Nisan 1920’de feshedilmişti. Yeni seçimlerle yeni bir meclisin açılması da mümkün değildi. Bu durumda, yine Kanun-ı Esasî’nin, savaş ilânı ve barış yapma hakkını Padişah’ın yetkisinde bulundurduğundan bahisle Anlaşma’nın kabulü zorunlu görülmüştür.

Hükûmet, bütün bu değerlendirmelerde bulunmakla beraber Müttefikler’den son kez bazı düzenlemeler yapılması isteğinde bulunmaya karar vermiştir. Bu istekler şunlardı:

a- Batı sınırının Istranca-Çatalca hattı yerine Midye-Enez hattına alınması.

b- Tarafsız bölgenin, Marmara Denizi kıyılarından kaldırılarak, Boğazlar mıntıkasına münhasır kalması.

c- İzmir’in, Hamburg kenti türünden özgür bir kent durumuna getirilmesi.

d- İzmir ve Trakya ile ilgili teklifler reddedilirse, bu bölgelerin uluslararası bir yönetime bırakılması..

Daha sonra, toplantıya katılanlardan görüşlerini belirtmeleri istenmiş, konuşan üyeler genellikle Hanedan’ın asaletinden, Hilâfet’in saygınlığından, Padişah’ın akıllı tutumundan ve saltanatın kıyamete kadar yaşamasını niyaz eden konuşmalar yapmışlardır. Bazı üyelerin de, Anlaşma’nın imzalanmasına rağmen Anadolu’da uygulanamazsa ne olacağını sormaları üzerine Sadrazam, Anadolu’daki hareketin bastırılması için elbirliğiyle çalışmak gerektiğini söylemiştir.

Konuşmaların yeterli görüldüğü bir noktada Padişah tarafından, Anlaşma’ya imza koyulmasını kabul edenlerin ayağa kalkmasının istenmesi üzerine Şûrâ üyeleri tümüyle ayağa kalkmış, yalnızca Topçu Ferik (Tümgeneral) Rıza Paşa çekimser olduğunu söylemiş ve toplantı sona ermiştir..

Sadrazam Damat Ferit Paşanın anlaşma şartlarını yumuşatma teşebbüsü de başarısız olmuş ve nihayet Anlaşma, Paris’in Sevr mahallesinde Osmanlı delegeleri Hadi Paşa, Rıza Tevfik ve Reşat Halis Beyler tarafından imzalanmıştır (10 Ağustos 1920).

TBMM ise, anlaşmanın metni ve İstanbul Hükûmeti’nin tutumu tamamen ortaya çıkması üzerine, anlaşmaya karşı tavrını sert ve kararlı ifadelerle ortaya koymuştur: Milletvekilleri, anlaşma ile ortaya çıkan durumu güçlü ifadelerle eleştirmişler ve reddedmişlerdir. Bu milletvekillerinden Erzurum Milletvekili Necati Bey, bu anlaşma ile Avrupa’nın, zihinlerimizde oluşturduğu insanlık fikirlerinin artık geçersiz olduğunu, Avrupa’nın gerçek yüzünün bütün çirkinliğiyle ortaya çıktığını, anlaşma olarak teklif edilen kayıtların adaletle, hürriyetle, hukukla bağdaşmadığını ifade etmiş, İzmir’in hangi hakla Yunan’a verildiğini, İstanbul ve Kilikya’nın (Çukurova) hangi hakla bu hale getirildiğini sormuş, bu aşağılayıcı anlaşmayı imza etmeyeceklerini, Anadolu baştan aşağı “mezaristan” haline gelmedikçe teslim olmayacaklarını söylemiştir.[5] Saruhan Milletvekili Mustafa Necati Bey de, “Avrupa’nın sulhu yalancıdır, aldatıcıdır ve imza edilmeye lâyık değildir. Biz bütün kuvvetimizle isyan ediyoruz ve anlaşmayı tasdik etmeyeceğiz… Bu sulh paçavrasını bize uzattıkları vakit kanlı kılıçlarımızı göstereceğiz… İşte, size son cevabımız.” diyerek silâhlı mücadelenin kaçınılmazlığını dile getirmiştir.[6]

TBMM’de diğer konuşmalar ve tekliflerden sonra, 7 Haziran 1920’de alınan kararla, İstanbul’un işgal tarihi olan 16 Mart 1920’den itibaren İstanbul Hükûmeti’nce imzalanmış bütün anlaşmalar, sözleşmeler ve imtiyazlar, resmî kararlar, Mütareke şartları çerçevesinde imzalanmış bulunan gizli anlaşmalar geçersiz sayılmışlar ve tamamiyle yok hükmünde sayılmışlardır. Ayrıca Meclis, Misak-ı Millî’ye yemin ederek, Türk topraklarının paylaşılmasına izin vermeyeceğini de ilân etmiştir (18 Haziran 1920).

Sevr Anlaşmasının Önemli Hükümleri:

1- Osmanlı Devleti, İstanbul ve çevresiyle Anadolu’da küçük bir toprak parçasından ibaret olacak, fakat Osmanlılar anlaşma hükümlerine saygı göstermezlerse ve uymazlarsa, İstanbul ellerinden alınacak.

Osmanlı sınırları Trakya’da, Midye’nin çok daha doğusundan başlayarak Büyük Çekmece Gölüne inecek, bu hattın batısında kalan Trakya Yunanistan’a verilecekti.

Güney sınırları ise İskenderun Körfezi ile Antalya Körfezi arasında bulunan Karataş burnundan başlamak suretiyle Antep, Urfa ve Mardin’i dışta bırakarak Irak sınırına varacak.

2- Boğazlar savaş zamanında bile bütün devletlerin gemilerine açık bulundurulacak ve özel bayrağı ve bütçesi olan bir Avrupa komisyonu tarafından kontrol edilecek.

3- İngiliz, Fransız, İtalyan ve Japonlardan kurulacak bir komisyonun adlî kapitülasyonların yerine geçmek üzere, koyacağı bir usulü Osmanlılar kabul edecekler.

Kapitülâsyonlardan bütün müttefik uyrukları yararlanacak.

4- İngiliz, Fransız, İtalyan ve Osmanlılardan kurulacak bir komisyon Türkiye’nin servetini düzenleyecek, bütçe üzerinde son sözü söyleyecek, Türk parasının cins ve miktarını belirleyecek ve bu komisyonun onayı olmadıkça Osmanlı Devleti iç ve dış borç alamayacak.

Yıllık gelir bu komisyon tarafından, komisyonun ve işgal kuvvetlerinin masrafları, savaş sırasında zarar görmüş olan müttefik uyruklarının zararları için ayrıldıktan sonra, geri kalan Osmanlılar için harcanacak. Osmanlı üyeleri bu komisyonda yalnızca danışman olarak bulunacak.

5 - Azınlıklar her derecede okul açabilecekler.

6- Türkiye’nin askerî kuvveti 15.000’i jandarma olmak üzeri 50.000 olacak ve top bulunmayacak.

Subayların yüzde on beşini müttefik veya tarafsız devletler subayları oluşturacak. Zorunlu askerlik hizmeti olmayacak.

7- Osmanlı donanması sınırlı olacak, askerî uçak bulunmayacak. Türk Silâhlı Kuvvetleri müttefik komisyonların kontrolü altında olacak.

8- Anlaşmanın uygulanmaya başlamasından bir yıl sonra Kürt ahali, Cemiyet-i Akvam’a müracaatla Türkiye’den ayrılmayı çoğunlukla isterlerse ve Cemiyet-i Akvam Meclisi bunu kabul ederse Türkiye bu havalideki her türlü hukukundan vazgeçecek.

9- Doğu Anadolu’da kurulması tasarlanan Ermenistan sınırlarının tayini Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’a bırakılmıştı.

10- Hicaz bağımsız bir devlet olacak, Osmanlılar Mısır üzerindeki bütün haklarından vazgeçecek, Suriye, Irak ve Filistin için alınan bütün kararları da kabul edecek.

11- On İki Ada İtalyanlara, Akdeniz’deki öteki adalar da Yunanlılar’a bırakılacak.

12- İzmir Türk egemenliğinde kalacak, fakat Osmanlı Devleti egemenlik haklarını Yunanistan’a bırakacak, İzmir kalelerinden birinde Türk bayrağı dalgalanacak.

Yöresel bir meclis toplanacak ve beş sene sonra bu meclis bölgenin Yunanistan’a ilhakına karar verebilecek.

Ayrıca Suriye Fransa’ya ve Irak da İngiltere’ye veriliyordu. Adana vilayeti Kayseri ve Sivas yörelerine kadar olan Fransız nüfuz bölgesi, İzmir-Afyon hattının güneyinde kalan alan da İtalyanlar’ın nüfuz alanı olarak belirtilmişti.

13- Yunanistan da dahil olarak müttefik devletlerden, gerekse teşekkül eden devletlerden birinin (Ermenistan gibi…) uyruğuna girmek isteyen Türk tebaasından hiç kimseye, Türk Hükûmeti’nce engel olunmayacak ve yeni uyruğu kabul edilecektir.

14- Göç etmiş olduğu ileri sürülen Türk olmayan nüfusun yerlerine iadesi sağlanacaktı; Cemiye-i Akvam’ca başkanları tayin edilecek hakem komisyonları vasıtasıyla bu unsurların hukuku korunacaktı. Bu komisyonların isteği doğrultusunda azınlık unsurlarının zararları tazmin edilecekti.

Ayrıca Türk Hükûmeti azınlıkların parlamentoda temsilini temin edecek bir kanun projesini iki yıl içinde hazırlayacaktı.[7]

Sevr Anlaşması’na Tepkiler:

Osmanlı Hükûmeti açısından, bir eziklik duyguları içinde imzalanan anlaşma çaresiz bir katlanış olarak görülüyor, hepten yok olmaktansa küçük de olsa bir varlık halinde kalmanın iyi olduğuna inanılıyordu.

Sevr Anlaşması’nın imzalandığının ertesi günlerinde, bu haber ve anlaşma hakkında bilgiler İstanbul gazetelerinde verilmiştir; “Dersaadet Gazetesi” anlaşmanın imzalanışını, “Bugün Türkler’in matem günüdür.” başlığıyla haber veriyordu. “Vakit” gazetesi de, “Bugün Millî Matem Günüdür” başlığıyla haberi duyururken siyah bir çerçeve içerisinde, “ Barış Anlaşması’nın imzası haber alındığı günün ulusal yas günü sayılması önceden kararlaştırılmıştı. Bu karar uyarınca, bugün, ulusal yas günü sayılacak ve bütün İslâm ve Türk kurumları kapalı bulunacaktır. Saat birde her türlü taşıt araçları yas simgesi olarak beş dakika duracaklardır..”[8] yazısına yer veriyordu..

Mustafa Kemal Paşa ise, Sevr Anlaşması’na tepkisini şöyle dile getirmiştir: “İnsaf ve acıma dilenmekle ulus işleri, devlet işleri görülemez.. Ulusun ve devletin şeref ve bağımsızlığı sağlanamaz..İnsaf ve acıma dilenmek gibi bir ilke yoktur.. Türk ulusu ve Türkiye’nin gelecekteki çocukları bunu bir an bile unutmamalıdırlar..[9]

Şark Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa da, 17 Ağustos 1920’de TBMM’ye gönderdiği telgrafta, anlaşmanın imzalanmasının Saltanat Şûrâsı’nda kararlaştırıldığını, vatansız ve vicdansız kişilerin yine vatanla ve milletle alâkası olmayanlar adına Sevr Anlaşması’nı imzaladıklarını, Türkiye’nin varlığını söndüren bu anlaşmanın imzalanmasını kararlaştıranların ve imza koyanların vatana ihanetle suçlanmalarını, haklarında gıyaben hüküm verilmesini, bu vatansızların isimlerinin her yerde lânetle anılmasını teklif ediyordu..[10] Telgrafın Meclis’te okunması ve oylanması sonucunda, adı geçen kişiler vatan haini ilân edilmişlerdir..

Azınlıklar açısından “Sevr Anlaşması” memnuniyetle karşılanmıştı; onlar, Anadolu üzerindeki emellerine büyük ölçüde kavuşmuşlardı. İşgalci devletler açısından ise, artık “Şark Meselesi” çözümlenmiş sayılıyordu.

……………………………………….

Şimdi, Sevr’i, imzalanışının 90. yılında düşünme ve anlama zamanı; Sevr Anlaşması, Türkler tarafından geçersiz sayılan bir anlaşma olmakla beraber, hâlâ Türkiye toprakları üzerinde siyasal emelleri olanlar tarafından geçerliymiş gibi muamele görüyor ve bölücü talepler Sevr’e dayandırılıyor.. Türkiye’nin doğu vilâyetlerine “Batı Ermenistan” diyenler, bu taleplerinin meşruiyetini Sevr’den alıyorlar.. “Irak Kürdistan Bölgesi Anayasası”nın “Giriş” bölümünde Sevr Anlaşması’na atıfta bulunularak, “1920 yılında imzalanan Sevr Anlaşması’nın 62-64 nolu maddeleri Kürtlere self-determinasyon hakkını tanımasına rağmen, uluslararası çıkarlar ve siyasal dengeler Kürtlerin bu hakkı elde edip uygulamaya geçirmelerini engellemiştir. Sevr Anlaşması’na konulan maddelerin tersine, Güney Kürdistan (Türkiyenin güneydoğu toprakları da “Kuzey Kürdistan” (?) oluyor yani .) 1925 yılında, kendi halkının iradesi dikkate alınmadan, dört yıl önce, yani 1921 yılında kurulmuş olan Irak Devleti’ne müsadere edilmiştir……” demektedir.

Evet Türk milleti, tarihin çöplüğüne atıldı demekle olmuyor yani.. Devletine ve vatanına sahip çıkacaksın…


[1] Seha L. Meray – Osman Olcay, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Andlaşması, ilgili belgeler), Ankara 1977, s:7-30

[2] a.g.e, s:31-34

[3] a.g.e, s:33

[4] Seha L. Meray – Osman Olcay, a.g.e, s:38

[5] Kemal Yakut, “Mütareke Döneminde Yapılan Saltanat Şûraları”, http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=94

[6] a.g.y

[7] Kemal Atatürk, “Nutuk”. (1919 – 1927) TTK. Basımevi. Ankara. 1989. sf: 499 – 510, Ergun Aybars, “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I.” izmir. 1984. sf. 235 - 236

[8] Seha L. Meray – Osman Olcay, a.g.e, s: 41

[9] Seha L. Meray – Osman Olcay, a.g.e, s: IX

[10] Kemal Yakut, a.g.y