Thursday, September 11, 2008

SOSYAL MOZAİK POLİTİKALARI AÇISINDAN “DEMOKRATİK ÖZERKLİK” TALEPLERİ

SOSYAL MOZAİK POLİTİKALARI AÇISINDAN “DEMOKRATİK ÖZERKLİK” TALEPLERİ

Yrd.Doç.Dr.Nuri Yazıcı*

1960’lı yıllardan itibaren Türk siyasetinde yeni sloganlar, yeni söylem biçimleri duyulmaya başlanmıştı. Bunlar, “Sol” ideoloji adına ortaya atılan “Halklara özgürlük”, “Halkların kardeşliği”, “Kahrolsun Faşizm”, “İşçi sınıfının birliği ve dayanışması” gibi sloganlardı. ABD ile ilişkilerin özelliği nedeniyle Amerikan karşıtı olup, “Bağımsızlık” sloganları da dile getirilmekteydi. Bu siyasal eylemler genellikle Atatürk adına yapılıyor veya Atatürkçü gençliğin tepkisi olarak algılanıyordu. Karşıt gruplar tarafından da, daha çok tepkisel eylemler yapılmakta ve Komünizm karşıtı sloganlar duyulmakta idi.
2000’li yıllarda bu siyasal cepheler ayrıştı, yeni ittifaklar oluştu, “Küreselleşme” ve AB süreciyle beraber Atatürk’süz ve Türk Bayrağı olmayan mitingler ve “Demokratik Özerklik” talepleri görüldü…
1985 yılından itibaren aralıklarla yapılan ABD-Sovyetler Birliği zirvelerinin sonucunda da, Yalta Konferansı’nın tanzim ettiği dünya düzeni sona ermiş, Helsinki Zirvesi’nden (9-10 Eylül 1990) sonra Sovyetler Birliği dağılmış ve ona bağlı olarak Doğu Avrupa ve Orta Asya siyaseten çözülmüşlerdir.
Bu “yeni dünya düzeni”nin ilk safhasında Türkiye Cumhuriyeti, Doğu Avrupa’daki siyasî çöküşün ve yeniden yapılanışın kendisinde yarattığı zincirleme sarsıntıyı kısmen hasarsız atlatmış bulunmaktadır. Bu döneme AB ile ilişkiler ve terör damgasını vurmuştur. Anlaşılıyor ki, şimdi “Büyük Orta Doğu Projesi” (BOP) çerçevesinde ikinci safha başlamış bulunmaktadır.
Bütün bu gelişmelerin, yukarıda sözü edilen zirvelerde konu edilmediğini, ister Doğu Avrupa’nın, isterse Orta Doğu’nun yeniden yapılandırılması stratejisinde Türkiye’nin gündeme gelmediğine veya -Türkiye’nin dahli dışında- bir politika geliştirilmediğine inanmak pek saf bir düşünce olur.
Öyleyse, “Küreselleşme” politikaları sürecinde Türkiye’nin siyasî geleceği nasıl tasarlanmıştır?
Ne zirvelere, ne de bu zirveler sırasında yapılmış olması pek muhtemel gizli anlaşmalara ulaşılması mümkün değildir; ancak, 1990’dan bu yana olanlara, iyi bir gözlemci olarak bakılırsa nelerin kararlaştırılmış, nelerin pazarlığının yapılmış olduğu anlaşılabilir.. Artık Kosova’nın durumunun netleşmesiyle Doğu Avrupa’nın haritası oturmuş görünmektedir. Orta Asya’da bir sorun yoktur; Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) oluşturulmuştur. Şimdi Ön Asya/Orta Doğu, “yeni dünya düzeni”ne uyum istikâmetinde yapılandırılma sürecine girmiştir..
Türkiye’de ise, hangi sebebe dayanırsa dayansın, hangi farka dayanırsa dayansın bir ayrıştırma, farklılaştırma politikası kışkırtılmaktadır.
ABD ve AB ile, Lozan’da neler tartışıldıysa, âdeta yeniden tartışılmakta, tarih 30 Ekim 1918’de, sanki donmuş farzedilerek yeniden yürütülmek istenmektedir; bugüne kadar ara yerde geçen zaman için bir karalama kampanyası açılmış ve bu döneme, din ve inançların yaşanamadığı, demokrasinin olmadığı, bir asimilasyonun yaşandığı şeklinde haksız ve doğru olmayan suçlamaların yöneltildiği görülmektedir. Doğal olarak bu dönem, Cumhuriyet’in kurulup geliştiği dönemdir ve özellikle ilk dönemler Atatürk’le özdeşleşmiştir. Bu nedenle de tarihle yüzleşmek, tarihi aşmak adına Atatürk ve Cumhuriyet’in kuruluş değerleri tahrip edilmeye çalışılmaktadır.
Günümüzde görülen o ki, geleneksel siyasal dinci politikaların, ayrılıkçıların ve 1960’lardan bu yana Marksist-Sosyalist ideoloji taraftarlarının uzantısı gibi görünen II.Cumhuriyetçilerin dile getirmekte anlaştıkları bir terim ortaya çıkmıştır; “Demokratikleşme”…
İşte, zikredilen bu gruplardan biri, şimdi bu “Demokratikleşme” söyleminden neyi anladığını veya bu tanımın içini nasıl doldurduğunu açıklamış bulunmaktadır: 26-28 Ekim 2007 tarihleri arasında, Demokratik Toplum Partisi (DTP), “Demokratik Toplum Kongresi” adıyla, Diyarbakır’da genel kongresini toplamıştır. Kongre’nin sonuç bildirgesinde “Demokratik Özerklik” talebinde bulunulmuştur. Bildirgeye göre talepler şöyle ayrıntılandırılmıştır:
1- Köklü bir siyasî ve idarî reform talebinde bulunularak, “ülke bütünlüğü içinde, halkın yerelde söz ve karar sahibi olmasını sağlayacak ve tüm farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği düzeyde özerklik kazanması” ilkesi Demokratik Özerklik olarak kavramlaştırılmaktadır.[1]
Böylece, bir siyasal grubun taleplerini sıralarken veya tanımlarken kullandığı “Demokratik” teriminin kapsamı bilinmiş olmaktadır.
2- “Demokratik Özerklik”in uygulama kapsamından olarak ise, yerel yönetimleri güçlendirmenin, halkı söz ve karar sahibi kılmanın uygulaması hakkında yalnızca “etnik” ve “toprak” temelli özerklik anlayışı yerine, kültürel farklılıkların özgürce ifade edildiği bölgesel ve yerel bir yapılanma” savunulmaktadır. Bunun için öncelikle Türkiye’nin nüfus yapısının açığa çıkarılması ve bunun için çalışmalar yapılması istenmektedir.
“Bayrak” ve “Resmî Dil” tüm “Türkiye Ulusu” için geçerli olmakla beraber, “her özerk birimin kendi renkleri ve sembolleriyle demokratik özyönetimini oluşturması” öngörülmektedir; bu ifadelerde, sanki 1918’de, imparatorluk bünyesiyle kalındığı yerden devam etme projesi var gibidir? Mamafih, 1970’li yıllarda demokratik özyönetim, yerinden yönetim kavramlarıyla, bu kadar ayrımcı olmamakla beraber benzer görüşler siyaset gündemine gelmişti.
Bu tanımlamalarla tarihteki Osmanlıcılık politikaları ile, yukarıdaki manada “Türkiye Ulusu” tanımları birbirlerine çok benzemektedir; Osmanlı tecrübesinde, var olan milletler var edilmeye çalışılan mensubiyeti yok etti. Küreselleşme politikaları döneminde de bir Yugoslavya örneği vardır; Sloven, Hırvat, Arnavut, Sırp, Boşnak mensubîyetleri “Yugoslavya” mensubîyeti içinde bir arada olamamışlardır. Siyasal konjonktürün değiştiği anda Sosyalist ideoloji bir eksen olma özelliğini kaybetmiştir.
Bu tecrübelere rağmen, “Sosyal Mozaik” politikalarıyla “Ulus Devlet/Millî Devlet” yapısı zayıflatılırken, mozaiklerüstü (?) bir “Türkiye Ulusu” diye üst kimlik mi yaratılacağı umulmaktadır? Sonraki aşama için de, bir başka konjonktürel değişim mi beklenecektir? Veya, bir azınlık stratejisiyle bir coğrafyaya kapanmak yerine, bütün ülkenin yönetiminde söz sahibi olunmak mı istenmektedir?
3- Her özerk bölge nasıl yapılanacaktır?
Bu yapılanmanın bölgesel bir meclisle olacağı ifade edilmektedir. Bu yapının bir federalizm veya etnik özerklik demek olmadığı belirtilerek, “Bölgelerin her biri, o bölgenin özel adı veya bölge meclisinin yetki sınırları içinde bulunan en büyük ilin adıyla anılacaktır.” denilmektedir.
Özerk bölgenin işlerinin ise, bölge yürütme kurulunun aldığı kararlarla yürütüleceği belirtilmektedir; bölge valileri, merkezî hükûmetin kararlarıyla beraber bölge yürütme kurulunun aldığı kararları da uygulamakla yükümlü olacaklardı…
Ayrıca bildirgede, bölgelerin/bölge meclislerinin sayılarının ise, 20-25 kadar olabileceği belirtilmekteydi..
4- “Bölgesel Meclis”, merkezî hükûmet adına yürütülecek dışişleri, maliye ve savunma hizmetleriyle, merkezî ve bölge yönetimlerince ortak yürütülecek olan emniyet ve adalet hizmetleri hariç eğitim, sağlık, kültür, sosyal hizmetler, tarım, denizcilik, sanayiî, imar, çevre, turizm, telekomünikasyon, sosyal güvenlik, kadın, gençlik, spor gibi hizmet alanlarından sorumlu olacaktı..
5- “Türkiyelilik” meselesine gelince; bildirgede, “Türkiye Ulusu” tâbiri etnik vurgudan uzak, demokratik bir uluslaşmanın tanımı olarak teklif edilmektedir; doğal olarak bu durumda bayrak, dil, meclis para vb. adları tanımlayan “Türk” ve “Türkiye” kelimelerinin terkedilip edilmeyeceği bir soru olarak akla gelmektedir. Belki de genel bir yapılanmanın söz konusu olduğu durumda, daha nötr bir kelime olarak “Anadolu” tanımı teklif edilebilecektir!
Bildirgede ayrıca, Anayasa’da bütün kültürlerin demokratik bir şekilde varlığının tanınarak teminat altına alınmasının sorunları çözen bir yaklaşım olacağı belirtilmekteydi; artık, buradaki “demokratik” belirlemesinden kastedilen açıktır; yukarıda da söz edildiği gibi, bildirgenin diğer kısımlarında bu kavramla ne anlaşıldığı ve anlatıldığı bellidir.
Sonuç bildirgesinde DTP, 8 Kasım 2007’de Ankara’da “Demokratik Cumhuriyet Kongresi” yapılacağını duyurmakta idi.
17 Ekim 2007’de Kuzey Irak’la ilgili olarak sınır ötesi operasyon tezkeresi TBMM’de büyük bir oy çoğunluğuyla kabul edilmişti; “Demokratik Özerklik” kavramı tartışılırken, aynı ortamda sınır ötesi operasyon tezkeresine karşı protesto gösreilerinin de başladığı görülmektedir.
Bu protestoların, ortak bir stratejinin eseri olduğu izlenimi doğmuştur; Türkiye’de belli illerde ve ilçelerde yapılan bu gösterilerde Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti ve Türk Silâhlı Kuvvetleri (TSK) protesto edilmiş, TSK’nın muhtemel sınır ötesi harekâtı reddedilmiştir. Genel olarak, bu gösterilerde Türk Bayrağı görülmemekte, bir terör örgütünün flâmaları, “Kahrolsun Faşizm”, “Faşizm’e karşı omuz omuza” sloganları görülmekte ve işitilmekteydi. Benzer gösteriler Kuzey Irak’ın bazı şehirlerinde ve Suriye’nin Kamışlı şehrinde de yapılmaktaydı.
Bir taraftan da, Türkiye genelinde, Avrupa ve ABD’de Türkler’in yoğun olduğu şehirlerde “Teröre Lânet” mitinglerinin düzenlendiği görülmektedir; New-York’tan Hakkâri’ye kadar yapılan bu gösterilerde halkın birliği ve kardeşliği vurgulanmış, “Teröre Lânet, Kardeşliğe Evet” sloganları atılmış, ellerde Türk Bayrağı ve Atatürk posterleri taşınmıştır.
Türkiye içinde ve Türkiye dışında yapılan bu gösterilerde çatışmaların da olduğu, çeşitli yaralama ve ölüm vakalarının da meydana geldiği görülmüştür.
Neticede ortaya şöyle bir manzara çıkmaktadır; bir tarafta Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Silâhlı Kuvvetleri, bir tarafta da devleti olmayan bir silâhlı güç mücadele etmektedir.
TSK’nın muhtemel sınır operasyonu, teröristlerin sınırda Dağlıca baskını, kaçırılan askerlerin geri alınması tartışmalarının ortamında, DTP’nin, 8 Kasım 2007’de ikinci olağanüstü kurultayı/ “Demokratik Cumhuriyet Kongresi” toplanmıştır.
Kongre, “orta boyutlarda bir Türk Bayrağı”nın asılı olduğu bir salonda, Atatürk posterinin bulunmadığı ve İstiklâl Marşı’nın okunmadığı bir ortamda başlamıştır.
Kongre sonrasında yayımlanan “DTP Siyasî Tutum Belgesi”nde[2], “Türkiye’nin siyasî-idarî yapısında reform ve Kürt sorununda çözüm modeli” başlığı altında, “1920’lerde Anadolu Halklarının” birlikte yürüttüğü mücadele sonunda kurulan Cumhuriyet’in;
* Merkeziyetçi ulus-devlet olduğu,
* Demokratik olmadığı,
* Asimilâsyoncu olduğu,
* Oligarşik bir yapılanma olduğu,
* Devlet örgütlenmesinde “Türk etnisitesi”nin esas alındığı cihetle krizlerin başlıca
nedeni olduğu iddia edilmektedir.
Binaenaleyh, yerelliğe ve “Demokratik Özerklik” esasına dayanan bir “Demokratik Cumhuriyet” talep edilmektedir..
“Demokratik Özerklik” altbaşlığında da, yeni bir siyasî ve idarî yapı teklif edilerek “Demokratik Cumhuriyet” tanımlanmaktadır. Buna göre;
* Yerel yönetimler ihdas edilerek güçlendirilmelidir.
* Yerel birimlerde meclis sistemi esas alınmalıdır.
* Kültürel farklılıkların özgürce ifade edildiği yerel bir yapılanma olmalıdır.
* “Bayrak” ve “Resmî Dil” tüm “Türkiye Ulusu” için geçerli olacak ancak, “Türkçe” resmî dil olmakla beraber diğer dillerin, bölgelerin çıkarılacak nüfus yapısı da dikkate alınarak kamusal alanda ve eğitim dili olarak kullanılabilmesi Anayasa güvencesi altına alınacaktır.
* Her bölge ve özerk birim kendi renkleri ve sembolleriyle demokratik özyönetimini oluşturmalıdır.
* Her bölgede, merkeze bağlı olmaksızın “Bölgesel Meclisler” kurulmalıdır.(Merkezî hükümetin ve bölge meclislerinin yetkileri, sayıları ve adlandırılmaları hakkında, daha önceki 26-28 Ekim 2007’deki kongre bitiminde yayımlanan “Sonuç Bildirgesi”ndeki talepler burada da aynen tekrarlanmıştır.)
* Bütün bu uygulamaları gerçekleştirilebilmesi için önce, Türkiye’nin nüfus yapısı ve dağılımı ortaya çıkarılmalıdır.
Ayrıca, “vatandaşlık” ve “ulus” kavramlarının yeniden tanımlanması istenmekte, bu topluluğun siyaseten de, “Türkiye Ulusu” olarak tanımlanması ve “Türkiyelilik” üst kimliği etrafında bir vatandaşlık ihdası talep edilmektedir.
Belge’de ayrıca, bu esasların “1920’lerde kabul edildiği, 1921 Anayasası’nda yer aldığı” da iddia edilmekteydi: halbuki 1921 Anayasası, 10. ve 21. maddeleri arasındaki maddelerde “kaza”lar hariç olarak vilâyetleri ve nahiyeleri “manevî şahsiyeti ve muhtariyeti haiz” olarak tanımlamış ve buralardaki “şûra”ların buralar halkınca seçilmesini öngörmüştür ama, sonuç bildirgesinde ve belgede talep edildiği gibi bir nüfus yapısının belirlenmesi ve bu nüfus yapısının siyaseten temsili ilkesi yoktur….
Kaldı ki, TBMM’nin açılmasıyla kurulmuş sayılan yeni Türk devletinin de merkeziyetçi ve ulus-devlet yapısında olduğu görülmektedir: 1921 Anayasası’nın 1. maddesinde “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” denilmek suretiyle temel siyasî ilkenin “millî hâkimiyet” ilkesi olduğu vurgulanmıştır. Yasama ve yürütme yetkilerinin TBMM’ye ait olduğunu belirten 2. maddede de, TBMM’nin, “milletin yegâne ve hakiki mümessili” olarak tanımlandığı görülmektedir; 3. madde ise, yeni devleti “Türkiye Devleti” adıyla tanımlamıştır.( Bu madde, Cumhuriyet’in ilânından sonra, “Türkiye Devleti’nin hükûmet şekli Cumhuriyet’tir.” biçiminde değiştirilecektir.)
1921 Anayasası’nın seçimlerle ilgili 4. ve 5. maddelerinde de, TBMM üyelerinin “vilâyetler halkınca” seçileceği belirtilerek (ki, burada halkın kültürel, dinsel veya dil özelliklerine göre ayrılarak siyaseten temsil edilmeleri durumu yoktur.), “Büyük Millet Meclisi üyelerinin herbiri, kendini seçen vilâyetin ayrıca vekili olmayıp bütün milletin vekilidir.” denilmektedir; böylece milletin birliğini ve ülkenin bütünlüğünü pekiştiren güçlü ifadeler görülmektedir.
Bir de şu açıdan bakalım; 1921 Anayasası’nda resmî dil, başkent ve İstiklâl Marşı belirtilmemiştir diyerek bunların da tartışılması lâzım geldiği savunulabilir mi?
Netice itibarla, DTP’nin gerek “Sonuç Bildirgesi”nde, gerekse “Siyasî Tutum Belgesi”nde tanımladığı yapının 1921 Anayasası’nda yer aldığı iddiası doğru değildir. Bu taleplerin, “Sosyal Mozaik” politikalarının tipik bir projesi olduğu söylenebilir.
“Siyasî Tutum Belgesi”nin yayımlanması, basında “Diyarbakır kararları Ankara’da uygulandı” biçiminde yer almıştır.[3] Kongre’de DTP’nin yeni genel başkanı da yaptığı konuşmada “Demokratik Özerklik” ve yeni bir anayasa ile sorunların çözüleceğini iddia etmiş, “Bulgaristan’da yaşayan Türkler’e verilen siyasî hakların Türkiye’de model alınması” çağrısında bulunmuştur.[4] Kongre’deki diğer konuşmacılar tarafından da, tek bayrak, tek dil, tek vatan, tek millet, tek devlet anlayışının Cumhuriyet dönemiyle birlikte isyan ve çatışma sürecini başlattığı iddiası yönünde konuşmalar yapılmıştır.[5]
Kongre’de yapılan Bulgaristan modeli benzetmesine ertesi günü, Bulgaristan’da, çoğunluğunu Türkler’in oluşturduğu Hak ve Özgürlükler Partisi Genel Başkan Yardımcısı Remzi Osman’dan red cevabı gelmiştir; Remzi Osman, bu benzetmelere itiraz ederek, “DTP talepleri bize uymuyor. Bulgaristan üniter devlettir. Özerk bölgeleri ve yönetimleri yoktur. Bizim partimiz de, Bulgaristan partisidir.. Elbette Türkçe konuşmayı seviyoruz ama, Bulgaristan’ın resmî dili Bulgarca’dır. Radyolarda ve devlet televizyonunda kısa süreli Türkçe yayınlar yapılıyor.” demiştir.[6]
Bulgaristan’ın, AB İşlerinden Sorumlu Bakanı Gergona Granchorova, Türkiye’yi ziyareti sırasında, yapılan benzerlikler ve DTP’nin “Sofya modeli” talebi kendisine sorulduğunda, Hak ve Özgürlükler Hareketi ile DTP arasında hiçbir benzerlik olmadığını söylemiş ve “Çok şükür ki, Bulgaristan’da eli silâhlı insanlarla karşılaşmadık.” diyerek terörist boyuta dikkati çekmiştir.[7]
Şubat ayı başlarında ise, “Türkiye Barış Meclisi”nin Ankara’da, “Yeni Anayasa Sürecinde Demokratikleşme ve Kürt Sorunu” adıyla düzenlediği toplantıda da, bazı konuşmacılar tarafından yine “tek millet, tek dil” anlayışı reddedilmiş, “…Kürtler federasyonu da, ayrılmayı da tartışabilir, bu da en doğal haklarıdır.” denmiştir.[8] Diğer katılımcılar da, sorunun varlığı, demokratik özerklik, idarî bir reformun gerekli olduğu, AB’ye katılındığında Türkiye’nin Misak-ı Millî sınırlarının korunacağı yönünde görüşlerini dile getirmişlerdir.
TSK’nın 21 Şubat 2008’de başlayan sınır ötesi operasyolarıyla tartışmalar yeniden siyasetin gündemine oturmuştur; sınır ötesi operasyonun (Güneş Harekâtı) sürdüğü günlerde Türkiye’nin bazı il ve ilçelerinde askerî harekâtı protesto eden gösteriler yapılmış, yukarıda adı geçen “Bildirge” okunmuş ve “Kürt sorununun en gerçekçi çözüm yolunun Demokratik Özerk Kürdistan” olduğu seslandirilmiştir.[9]
Tartışmalar bu boyutlara ulaştığında AB ve Avrupa Parlamentosu (AP) konuya dahil olmuştur: Sosyalistler, Liberaller ve Yeşiller tarafından düzenlenen, “Sivil Anayasa ve Türkiye’de Kürt Sorunu” konulu toplantıda yine tek millet, tek dil, tek tarih anlayışı eleştirilmiş, federasyon tezi bolca dile getirilmiştir.[10]
Sonuç olarak; yeni Türkiye iddiasıyla bir projenin ortaya atıldığı, içpolitikada tarafların hemen belirgenleştiği bir süre sonra da, AB ve ABD politik çevrelerinden görüş beyanları geldiği, bu gelişmelere paralel olarak sivil toplum kuruluşlarının peş peşe faaliyetler icra ettikleri görülmektedir.
Böylece, kamuoyunda şöyle bir şekillenme gerçekleştirilmek istenmekte, bir beklenti yaratılmaktadır:
a- Küreselleşme’nin kaçınılmaz bir boyutu olarak Türkiye’de siyasî, sosyal, ekonomik, demokratik açılımlar yapılmalıdır.
b- Bazı kalem sahipleri, “siyasî reform” sözcüğüne ihtiyatla yaklaşarak, bu kelimeyi kullanmazken bir demokrasi ve kalkınma paketi gereğinden bahsetmektedirler..
c- Çözüm önerileri, yarım kalmış bir politikayı tamamlamak ister gibi, “Güneydoğu için kapsamlı bir ekonomi ve sosyal strateji” oluşturulmasını teklif etmektedirler.
Adeta, uluslaşma sürecini tersine çeviren, ayrıştırıcı bir politika görülmektedir; bu süreç, Anadolu’yu Balkanlaştırmaktan öte siyasî bir ufuk vaad etmemektedir.
Bir ülkeye karşı nüfus patlaması ve terörle tehdit yaratarak izlenen bir stratejinin ve talaplerin meşruîyeti sorgulanmalıdır.
Bu siyasî gelişmelere, bir yerden sonra dış siyaset güçlerinin de katıldığı görülmektedir; hatta iç siyasetteki taraflar bu müdahaleyi davet etmektedirler. Adeta, Tanzimat’tan bu yana uygulanan bir siyaset klâsiği sergilenmektedir…
Türkiye’deki bu siyasal tehdit ve gerilimi tırmandırma stratejisinin yarattığı en büyük tehlike, bir çatışma ortamı yaratılarak uluslararası siyasal güçlerin (BM, NATO, AB gibi..) Türkiye’ye müdahalesinin sağlanmasıdır; değerli tarihçi Prof.Dr.Halil İnalcık, bu müdahaleci siyaset geleneğinin, XIX. yüzyıldan bu yana, Osmanlı coğrafyasını, çıkarları doğrultusunda tanzim etme politikalarına dikkati çekmektedir.[11]
Halil İnalcık Hoca’nın bir uyarısı da, özerklik projesine geliyor ve şöyle diyor: “DTP’nin sözde özerklik önerisi Barzani-Talabani’yi destekleyen bir taktiktir. Doğuda özerk bir Kürt eyaleti, bölgenin Barzani’nin Kürt idaresine ilhakını kolaylaştırır. 19.yüzyılda Kuzey Bulgaristan’a özerk bir idare tanıdık (1878); Prens Aleksandr, bizim Meriç vadisinde Türkler’le meskûn Rumeli-i Şarkî vilâyetimizi gelip işgal etti. (1885) ve bir şey yapamadık.”[12]
Bu durumda, “Küreselleşme” politikalarının etkisini “Sosyal Mozaik” politikalarıyla hissetmeye devam edeceğiz… Bu çerçevede, bu politikaları tanzim eden güçlere, Türkiye’ye karşı izlenen politikalarla haksızlık yapıldığını, güçlü bir Türkiye’nin küresel bir barışın (Afganistan’da, Bosna’da vb..) güvencesi olduğu gibi, bölgesel barışın da güvencesi olduğunu anlatabilmek gerekmektedir…Diğer taraftan da, içte izlenecek politikalarla toplumun ve devletin dayanma gücü desteklenmelidir..Aksi halde ırkî, mezhebî, ekonomik, politik bunalımlarımız bata-çıka sürecek, ne öldürecek ne de onduracak demektir…



* Bahçeşehir Üniversitesi-Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Öğr.Üyesi

[1] -Milliyet 31 Ekim 2007, s:13, Hürriyet 28 Ekim 2007, s:24, Milliyet 1 Kasım 2007, s:21, Fikret Bilâ, DTP’nin Bildirgesi ve Öcalan Tezleri, Milliyet 2 Kasım 2007, s:18, ayrıca diğer basın ve online haberleri..
[2] - www.hurriyet.com.tr/gundem/7661752_p.asp
[3] - www.milliyet.com.tr/2007/11/09/siyaset/axsiy02.html
[4] - a.g.y
[5] - a.g.y
[6] - Milliyet 11 Kasım 2007, s:1
[7] - Milliyet 16 Kasım 2007, s:19
[8] - Milliyet 10 Şubat 2008, s:25
[9] - Basın ve online haberler.
[10] - Milliyet 4 Mart 2008, s:15
[11] - Taha Akyol, Tarihçiden uyarı, Milliyet 2 Kasım 2007, s:19
[12] - Devrim Sevimay, Prof. İnalcık’tan 7 önemli uyarı (Söyleşi), Milliyet, 12 Kasım 2007, s:20