Friday, January 18, 2019

KAZAKİSTAN- ÖZBEKİSTAN NOTLARI III

 Özbekistan’a geçiş
6 Eylül öğleden sonra Kazakistan- Özbekistan sınırına doğru hareket ediyoruz; Özbekistan’a karadan geçiş yapacağız. Sonra sınıra 30-40 km. kadar uzaklıkta olan Taşkent’e gideceğiz. Sınıra kadar otobüsümüzle gittik. Yalnız sınır kapısına yaklaşık 250-300 metre mesafedeki otopark yerinde eşyalarımızı alarak yürümemiz gerekti; usûl böyle imiş.  Otobüsümüzle sınırı geçip, Özbekistanı da aynı otobüsle gezebilir miydik bilmiyorum; veya bir organizasyon kusuru mu idi. Ama sınır iyi intiba vermiyor: kirlilik, kalabalık, toz-toprak, vb, vb, üzülerek ve galiba 4 veya 5 kez. X-ray cihazından ve pasaport kontrolünden geçerek diğer tarafa ulaşabildik. Orada bekleyen otobüsümüze binerek sınır intibalarını bir an evvel unutup Taşkent’e yol alamaya başladık.
Sınırdaki pasaport kontrollerinden biri ve sınırın Özbekistan tarafı

        Taşkent’e vardığımızda ilk durağımız büyük bir meydanda ve yine büyük bir parkı, Emîr Timur’un heykelinin bulunduğu parkı ziyaret ettik. Parktan daha ihtişamlı görünen Özbekistan Oteli, eski rejim zamanında da oldukça itibarlı bir bina imiş.
“Biz ki Melik-i Turan, Emir-i Türkistan'ız, 
biz ki Türk oğlu Türk'üz; 
biz ki milletlerin en kadimi ve en ulusu Türk'ün başbuğuyuz!”
Emîr Timur
Emîr Timur Parkı’nın karşısında bulunan Emîr Timur Müzesi’ne geçiyoruz.

Solda müzenin girişi, sağda ise müzedeki köşelerden biri..


                                         Solda Babür Şah tablosu ve sağda Emîr Timur’un soy ağacını gösteren bir tablo
Özbekistan eski Devlet Başkanı İslam Kerimov’un kararı ile başkent Taşkent’in tarihî bir mekânı olarak bilinen Minor mahallesinde ülkenin en büyük camisinin inşa edilmiştir; inşasında yalnızca beyaz mermer kullanılmış.


 6 Eylül akşamı trenle Buhara’ya gidiyoruz; daha önce hızlı trenle gideceğimiz söylenmişti. Herhalde bir aksilik oldu veya irtibatsızlık; normal sefer tarifeli bir trenle yaklaşık 8 saatlik bir yolculuk yapacağız. Yataklı vagonla gidiyoruz. Eğlenceli olacağa benziyor.
Tren Garı’na giriş kuyruğu
(Polis kontrolü, nerede kalacağımız, ne kadar kalacağımız soruluyor)
Gar içi; küçük bir alan ama temiz ve bakımlı

Tren garına girişte kuyruktayız; sanki başka bir ülkeye gider gibi, tren istasyonuna pasaportlarımızı göstererek gar alanına girebiliyoruz. Yadırgadık ama yapılacak bir şey yok tabiî. Ülke yönetiminin bir tutumu ve uygulaması. Bekleme salonu küçük ama temiz ve güzel bir alan. İyi vakit geçirdik.
Yataklı vagonlarımıza geçme vakti geldi. Dört yataklı ve ranza usulü yataklı vagonlara eşyalarımızla yerleşmek bana eğlenceli geldi ama daha çok bayan arkadaşlarımız darlıktan şikayetçi oldular. 
Yataklı vagonda seyahat; sağda neşeli hâliyle adı aklımda kalan
Prof. Dr. Hüsamettin İnaç Bey
7 Eylül; sabah 06.00 gibi Buhara’ya vardık; trenimiz ve tren garının dıştan görünüşü

Orta Asya’nın en eski yerleşim bölgelerinden olan ve günümüzde Özbekistan sınırları içinde bulunan Buhara, arkeolojik bulgulara göre en az 2500 yılık bir yerleşim merkezidir. M.Ö. 1000'den itibaren bölge halkının “Sogd” adı verilen kendine has bir kültür geliştirmeye başladığı, M.Ö 800'e kadar bölgede çeşitli şehir devletlerinin doğduğu belirtilmektedir. M.Ö. 500 yılına gelindiğinde ise iyice büyüyen bu yerleşimlerin birleştirilerek etraflarının surlarla çevrelendiği ve böylece “Buhara” şehrinin doğduğu belirtilmektedir.
Buhara M.Ö. 500 yılında Pers imparatorluğuna bağlı olarak yaşamıştır; Bundan bir süre sonra Büyük İskender'in ve daha sonra da Hellenistik Selevkos, Greko-BaktriaKuşan imparatorluklarının yönetiminde kalır. Bu dönemler boyunca Buhara bir ticaret şehri olarak büyümüştür. Kuşan İmparatorluğunun yıkılmasının ardından Hun boylarının eline geçen Buhara hızlı bir düşüş yaşamıştır.
Sasani İmparatorluğu döneminde Buhara Manicilik ve Nasturi Hıristiyanlık için önemli bir merkez olmuştur. İslam ordusu 650 yılında Buhara'yı ele geçirdikten sonra Buhara çok dinli özelliğini yüzyıl kadar daha devam ettirmiştir. Ancak 751 Talas savaşının ardından Araplar bölgedeki egemenliklerini güçlendirmiş, İslam dini bölgede yayılmaya başlamıştır.
9. yüzyılın ortasından 10. yüzyılın sonuna kadar Buhara Samanîlerin başkenti (Milâdi 819-1005) olmuş, Samanîlerin yıkılmasından sonra da Karahanlıların yönetimi altına (Milâdi 999 - 1141) girmiştir. Karahanlılar zamanında şehir kültürel bakımdan altın çağını yaşamıştır.
1220 yılında Cengiz Han'ın oğlu Çağatay’ın Otrar'rı zaptedip yağmaladığı sırada Cengiz Han da kendi komutasındaki ordu ile Buhara'yı tamamen yakmış ve yağmalamıştı. Elli yıl sonra şehir normale dönmeye başladığı sırada, Moğollar bu kez İlhanlı hakanı Abaka'nın önderliğinde tekrar saldırmışlardır; komutan Nikpai Bahâdur, 28 Ocak 1273'de kente girdikten sonra şehir yedi gün yağmalanmış ve neredeyse tüm nüfusu katledilmiştir. Bu yıkımdan sonra Buhara uzun süre kendini toparlayamayacaktır.
Moğol istilası öncesi dönemde Buhara İslam uygarlığını derinden etkileyecek İbni Sina ve İmam el-Buhari gibi iki büyük âlim yetiştirmiştir.
19. yüzyıldan itibaren ise Rusya bölgede etkisini arttırmaya başlar, ancak Buhara'yı işgal etmez. Bu dönemde Buhara Emirliği, İngiltere ve Rusya arasında Orta Asya'nın kontrolü için yaşanan çekişmede bir satranç taşıdır. Emirlik Ekim Devrimine kadar yarı bağımsız olarak varlığını sürdürür; 1920'de Buhara Sovyeti kurulur; 1925'te ise Stalin'in emriyle kurulan Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne bağlanır.
Arap, Fars, Rus, Budist dillerinde şehre değişik isimler verilmişse de Müslümanlar buraya “Fâhire” (kıymetli/değerli) derler ve doğunun “Kubbetü’l-İslâm”ı olarak kabûl ederler. Buranın İslâm âlemindeki yeri, Medine ve Bağdad gibidir. Bölgenin en eski yerleşim birimlerinden biri olan Buhârâ’nın, en-Narşahî’ye göre ilk sâkinleri Türklerdir. Aynı müellif, efsanevî Turan padişahı Afrasyab’ın (Alper Tunga) zaman zaman Buhârâ’da ikamet ettiğini, mezarının dahi bu şehirde bulunduğunu kaydetmiştir, ki bu rivayetler bölgedeki Türk varlığının çok eskilere dayandığına işaret etmesi bakımından önemlidir.
Sadece çok eski zamanlara uzanan tarihiyle değil, fizikî ve coğrafî yapısı, sanatsal ve mimarî dokusu, sulama kanalları, ekonomik, zıraî ve ticarî potansiyeli, köşk, saray ve pazarları ve yetiştirdiği âlim ve sanatkârları ile de her dönemde kendisinden söz ettiren Buhârâ, uzun yıllar Akhunlar, Göktürkler ve Türgişler gibi Türk devletlerinin hakimiyetinde kalmıştır. 
Mâverâü’n-nehrin en önemli kültür ve medeniyet merkezi hâline gelen şehir, söz konusu devletlerin çöküş dönemlerinde yaşanan siyasî kargaşa ve otorite boşluğunda bile bu yapısını muhafaza etmiş, bölgede hüküm süren çoğu Türk kökenli mahallî hükümdarların veya beylerin idaresinde bölgenin en önemli şehirlerinden biri olma özelliğini sürdürmüştür.
Türk Dili'nin en eski sözlüklerinden Divân-ı Lügati't-Türk'te, bu havzadaki şehirleri Türkler kurmuşlardır ve bu adlar olduğu gibi şimdiya kadar gelmiştir ve “Bu yerlerde Farslılar çoğaldıktan sonra Acem şehirleri gibi olmuş. Bugün Türk ülkesinin sınırı "Abisgûn" (Hazar) denizi ile çevrili olarak Rûm diyarından ve Özçent'ten Çin'e kadar uzanır. Uzunluğu beşbin fersah, eni üçbin fersahtır; hepsi sekizbin fersah eder" diye yazılmıştır. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Buhara)
Buhara’da Asia Hotel’de kalıyoruz; merkezi bir yerde, iki katlı, yerel mimariye uygun inşa edilmiş bir otel; genel görünüş ve resepsiyon.

              Otelimizde kısa bir dinlenmeden sonra Buhara gezimize başlıyoruz; bizim yaştaşlarımız için söylüyorum tabiî; yıllarca anayurdun coğrafyası ve kültür beşiği olarak öğrendiğimiz ve öğrettiğimiz yerleri görme fırsatı bulduk. Bu heyecanları ve bu ümidi yaşayan pek çok arkadaşımız Türkistan’ın bağımsızlığını göremediler.
İlk uğrak yerimiz Samanî Parkı ve İsmail Samanî’nin türbesi oluyor: “Orta Asya'da inşa edilen ilk türbe özelliğini taşıyan, Özbekistan'ın Buhara kentindeki İsmail Samanî Türbesi, gerek yapım şekli gerekse kullanılan malzemelerden ötürü kendi sınıfındaki mimarî biçimin öncüsü olmuş. Yapıldığı dönem itibarıyla işçilik, plan ve süsleme açısından üstün bir sanat değerine sahip ve dünyaca meşhur mimarî eserlerden birisi olan türbe Moğol saldırıları sırasında, çölde meydana gelen fırtınaların ardından kuma gömülmesi sonucu tahribattan kurtulmuş.
Buhara'da Samanî (Samanoğulları) Hükümdarı İsmail Samanî için 9'uncu ve 10'uncu yüzyılda yaptırılan türbede, babasının kabri de bulunuyor. Bazı kaynaklar İsmail Samanî’nin bir torununun da aynı yerde gömüldüğünü bildirmelerine rağmen 1927 yılında gerçekleştirilen arkeolojik kazıda, türbede iki kabir olduğu anlaşılmıştır. İslam dünyasında inşa edilen erken türbe örneklerinden birisi olması dolayısıyla önemli bir yapı olarak görülen türbe, bugüne kadar herhangi bir değişikliğe uğramamış. Yapılan araştırmalara göre, çölden gelen kum fırtınalarının ardından kuma gömülen türbe, yüzyıllarca bu şekilde muhafaza olmuş, uzun aradan sonra kumlar altından çıkarılmıştır. Türbenin, Moğol saldırılarından kurtulmuş olması ve günümüze kadar tahribat yaşanmaması da buna bağlanmaktadır.” (https://www.trthaber.com/haber/kultur-sanat/orta-asyanin-ilk-turbesi-127073.html)
İsmail Samanî Türbesinin genel görünüşü
Tuğlanın ilk kez süsleme amaçlı kullanıldığı bir yapı olan türbe dörtgen bir plânla tamamen tuğladan inşa edilmiştir. Zeri yine tuğlalarla örülmüş bir kubbe ile kapatılmış ve kubbenin tepe noktasına bir aydınlatma feneri yerleştirilmiştir; bu inşa şekli erken dönem Osmanlı camilerinde de görülmektedir.  Türbenin dört tarafında dört ayrı, sivri kemerli kapı yer almaktadır; ancak bu kapılardan doğu cephesindeki türbenin esas giriş kapısı olarak kullanılmaktadır. Diğer üç kapı bugün pencere olarak kullanılmaktadır. Binanın üst kısımları ise kubbeye geçişten önce her cepheye 10 pencere gelecek şekilde, sivri kemerli pencerelerle kuşatılmıştır. Böylece iç mekânın aydınlık olması temin edilmiş. Türbenin hem içi hem de dışı tuğlaların değişik şekillerde kullanılması suretiyle süslenmiştir.
(https://www.trthaber.com/haber/kultur-sanat/orta-asyanin-ilk-turbesi-127073.html)
Etrafı ise güzel bir çevre düzenlemesiyle ferah bir görünüm almıştır. Bu çevre plânlaması türbeyi net ve güzel bir şekilde ortaya çıkarmaktadır; bunu niye söylüyorum, bu gözlemi niye aktarıyorum? İstanbul’da tarihî yapıların diplerinin, duvarlarının, güzel meydanların derme çatma plastik ve şeffaf brandalarla çayhane ve kafe hâline getirilişini görünce hayıflanmamak elde değil. Ama ne fayda ki karar vericiler bu hassasiyetlerden uzak.
İsmail Samanî Türbesini toplu ziyaretimiz
                                                   (http://blog.milliyet.com.tr/-colun-cicegi--sessiz--sicak-ve-muhtesem-kutsal-sehir--buhara/Blog/?BlogNo= 455664)
Türbe pencerelerinden birinin ayrıntılı görünüşü
İsmail Samanî’nin lâhdi etrafında ziyaret
İsmail Samanînin lâhdi; mezar zeminden yaklaşık 2 m. altta.
Türbeninkubbe ve köşe duvarının görünüşü ve tamamen tuğla süslemenin en güzel örnekleri
Türbenin içinden; pişmiş tuğlalarla yapılan süslemelerden bir ayrıntı
Buhara’nın su ihtiyacı kazılan derin kuyulardan sağlanmakta; bu kuyuların pek çoğonun bugün kullanılır olamkatan çıktığı ifade edilmekle beraber bazıları havuzlar hâlinde görülmektedir. Türbenin de yanında böyle bir havuz (veya göl) bulunmakta idi. Ancak türbe civarındaki bu oldukça geniş havuzun Sovyet döneminde komsomollar (genç komünistler/ komünist gençlik örgütü mensupları) tarafından bir nişane olarak yapıldığı rehberimiz tarafından aktarıldı.
İsmail Samanî Türbesi’nin önünde toplu fotoğraf çekimi
           Hz. Eyüp ziyaretgâhı:
Rivayete göre Hz. Eyüb’ün Buhara’yı ziyareti sırasında halkın su ihtiyacını gidermek için asasını yere vurup su çıkardığı yer. Buraya yapılan bir bina da ziyaretgâh olmuş. İçeride bir çeşme var; suyunun şifalı olduğuna inanılıyor. Ziyaretçer ve turistlerin uğrak yerlerinden biri. Yina binanın içine hediyelik eşya satılan küçük bölmeler var.
             Ark Kalesi:
Ark Kalesi

4 hektar genişliğe, 20 metre yüksekliğe sahip devasa bir yapı olan Ark Kalesi, Özbekistan’ın en eski yapılarından biri. 3 bin yıllık bir tarihe sahip olan kale, emîrlerin yaşadığı ve devleti yönettiği bir alan. Müştemilatında saray, mescitler ve dinlenme yerleri bulunmaktadır: Pişmiş tuğladan dik yapı yerine biraz yatay, aralara büyük ağaçlar konrak inşa edilen kalenin, ailesini terk ederek bölgeye yerleşen İranlı Siyavuş bin Keykâvüs tarafından yaptırıldığı aktarılmaktadır. Daha sonraki yıllarda yıkılan kalenin 9. ve 10 yüzyıllarda yeniden inşa edildiği, bu ikinci inşasından sonra uğradığı Moğol istilâsından da çok zarar gördüğü ve 16. yüzyıldaki onarımıyla son hâlini aldığı belirtilmektedir.

(http://www.haber7.com/foto-galeri/29391-asirlardir-ihtisamini-koruyan-kale/p5)

Ark Kalesi duvarlarının yakın plân görünüşü; hafif yatay, tuğla ve ahşap malzeme kullanılmış


Ark Kalesi’nin giriş kapısındaki tanıtıcı levha ve iç kısımda Özbek Türkçesi, İngilizce ve Rusça bilgi tablosu
Kaleden Buharanın görünüşü

Kalenin içindeki “Mah-ı Ruz Çarşısı” adı verilen mekânda bir cami ve “Arkeoloji ve Tarih Müzesi” yer almaktadır. Müzede o dönemde kullanılan elbiseler, günlük eşyalar ve askerî malzemelerin yanı sıra sikkeler ve tablolar sergilenmektedir.

Kalenin içinde üç tarafı revakla çevrili olan mescit iç süslemeleri, tavanı ve mihrabı ile dikkat çekmektedir. Bu süslemeler 19. ve 20. Yüzyıllarda yapiımıştır. Ahşap mimarî bakımından “kayda değer” olduğu belirtilen mescidin benzerlerine Özbekistan’ın diğer yerlerinde de rastlanıldığı belirtilmektedir.
Mescidden bir görünüş
Mescidin son cemaat yerindeki tavan süslemeleri
Mescidin içi
Mesciddeki sütunlardan birinin ayrıntıları
Türk İslâm medeniyetinin görkemli şehirlerinden biri olan Buhara’daki Ark Kalesi, hem emîr sarayı hem de karargâh olarak kullanılmıştır. 1993 yılında ise UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne giren Ark Kalesi’nde bulunan binaların bir bölümü müze olarak hizmet vermektedir.
(https://www.trtavaz.com.tr/haber/tur/avrasyadan/ozbekistandaki-ark-kalesi/5b47019a01a 30a1720d8009d;http://www.haber7.com/foto-galeri/29391-asirlardir-ihtisamini-koruyan-kale /p2
7 Eylül Cuma günü idi; Cuma Namazı’nı Buharanın, herhalde tarihî bakımdan en görkemli yapılarından Leb-i Havuz Camiî’nde kılmak istedik. 
Leb-i Havuz Camiî ve son cemaat yeri
Leb-i Havuz Camiînde Cuma namazı
Son cemaat yerindeki sütunlardan birinden ahşap işçiliği ve süslemeleri
Leb-i Havuz Camiînin minaresi
Leb-i Havuz Camiînin giriş kapısı

Cuma Namazı 10 rekat olarak kılınıyor; bu mesele hep tartışılmaktadır. Sanırım yalnız Türkiye’de 16 rekat kılınıyor. Açıklaması da Cuma namazı Allah katında kabul olmamış olursa öğle namazı kaçırılmamış olsun; ibadette şüphe olur mu? Şüphe varsa zaten ibadet yerine gelmiş olmaz. Sonra Hz. Peygamberimiz, 2 rekatın dışında bugün bizim “sünnet” diye kıldıklarımıza nasıl niyet ediyor olabilir? O hâlde bu uygulama nereden çıktı; 13. yüzyılda Ön Asyayı Moğollar istilâ ettiğinde, ki onlar Şaman idiler, işgal altında Cuma kılınamaz yorumuyla 2 rekat Cuma namazına öğle namazı da ilâve edilerek kılınması usûl olduğu yönünde anlatımlar vardır.
Caminin mihrabı; solda kürsü ve sağda minber

O gün vaazın konusu da ilim yapmak, ilim tahsil etmek üzerine idi. Gözlemlerim o güne has ama dünya hayatını aşağılayan, bir yaratık olarak “insan”ı aşağılayan, insan nefsini, duygularını en ağır kelimelerle kötüleyen, dünya güzelliklerini, zevklerini, mutluluklarını yerin dibine batıran ve sonuçta insanda suçluluk hisleri yaratan bir üslûp ve hiddet yoktu. Bir itiş-kakış ta görmedim. Cuma namazı sonrasında insanlar birbirleriyle görüşüp, selâmlaşıp sohbet ediyorlar. Gençler de hemen halıları toplayıp cami meydanını açtılar. Cami önünde esansçıları görmek eskiyi hatırlattı. Cami avlusunun ve havuzun kenarlarında reyhan ekili; epeyce yükselmişler; biçildiğini de gördüm. Etrafa mis gibi bir koku yayılıyor.
Son cemaat yerine sohbet eden insanlar ve halıları toplayan gençler.

Leb-i Havuz Camiî’nin etrafını geziyoruz
Kalon Camii ve minaresi; 1127 yılında Karahanlılar zamanında yapıldığı belirtilmektedir. 47 m. Yüksekliğindeki minare camiden ayrık bir durumdadır. Tamamen tuğladan inşa edilen minare tepeye doğru daralmaktadır. Tepesinde 12 kemerli pencereli bir kubbesi bulunmaktadır.
Kalon Camiînin iç avlusundan bir görünüş

Miri Arab Medresesi; 16. yüzyılda, Şeybanîler döneminde  yapılmış olan bu medrese kubbeleri ve taç kapısıyla dikkat çekiyor. Şeybanîler Devleti, 1428 yılında Cengiz Han’ın oğullarından Cuci’nin oğlu Şeyban (Şiban) sülâlesinden Ebu’l Hayr tarafından kurulmuş bir Türk devletidir. 1468'de Timur İmparatorluğu tarafından yıkılmış ve 1500’de Muhammed Şeybani tarafından yeniden kurulmuştur; bu hanlık Özbek Hanlığı olarak da bilinir. Muhammed Şeybanî 1506 yılında yılında Buhara'yı ele geçirmiş ve 1561'de yönetim merkezini Buhara'ya taşıdığı için Hanlık, Buhara Hanlığı olarak anılmaya başlamıştır. “Şeybanî” ya da “Şibanoğulları” hanlığı 1599 yılında  Astrahan Hanları hanedanının  eline geçmiştir. Miri Arab Medresesi de Şeybanîlerden Ubeydullah Han tarafından yaptırılmış. (https://tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9Eeyban%C3%AEler)
Öyle bir eserler kompleksi ile iç içeyiz ki hangisini izleyeceğimiz, hangisine hayranlıkla bakacağımızı şaşırıyoruz. Yan yana duran bu abidevî eserlerin her birinin arasında onlarca, kimilerinin arasında ise yüz yıl var. Moğol istilâsı bir dünemi tamamen sona erdirmiş, ondan sonra hayat yeniden başlamış sanki. Bir de Sovyet dönemi düşünülürse bu kimbilir kaçıncı hayat! Mimarî stiller aynı, malzeme aynı süsleme benzer olunca bir süre sonra karışmaya da başlıyor. Ama gururla şöyle diyorsun; “İşte ata yurdu”, “Ne mutlu Türk’üm diyene!
Bu büyük eserlerin yanlarında “Uluğ Bey Medresesi” ve Şeybanîler zamanında Abdülaziz Han zamanında yaptırılan “Abdülaziz Han Medresesi”:

Uluğ Bey Medresesi ise ünlü Türk matematik ve astromi bilgini Uluğ Bey adına inşa edilmiştir. Uluğ Bey’in asıl adı Muhammed Taragay olup, Emîr Timur'un oğlu Şahruh'un büyük oğludur ve 1393 yılında Sultaniye kentinde dünyaya gelmiştir.
Uluğ Bey, kendisini 12-13 yaşlarında saltanat kavgaları içinde bulmuştur; Timur’un Çin seferine katıldığında, Timur’un 18 Şubat 1405 tarihinde Otrar’da ölmesi üzerine onun naaşıyla Semarkant’a dönmek zorunda kalmıştır. Timur’un diğer torunları Pir Muhammed ve Halil Sultan arasındaki kavgaların ortasında kalan Uluğ Bey ve beraberindekiler Semarkant’a sokulmamışlardır. Bunun üzerine Uluğ Bey ve beraberindekiler Buhara’ya geçmek zorunda kalmışlardır. Buradan da gizlice babası Şahruh’un bulunduğu Herat’a gitmiştir. Bu mücadeleler sonunda Semerkand’da tek başına hüküm sürmeye başlamıştır.
Semerkand'da hüküm sürerken genel olarak avcılık, eğlence ve alimlerle sohbetlerle geçiren Uluğ Bey şeyh, molla ve dervişlerle iyi ilişkiler sağlayamamıştı. Bu dönemde saray kuşçularından Alaaddin Ali bin Muhammed ile dostluk kurmaya başlamıştır.
1425 yılında Moğollar üzerine sefer düzenleyen Uluğ Bey, Issık Gölü dolaylarına kadar gelmiş, Moğolları dağıtarak önemli miktarda ganimetle Semerkant'a dönmüştür. Sonrasında babası Şahruh’tan aldığı destek kuvvetlerle Özbekler üzerine sefer düzenlemişse de yenilerek Semerkant'a çekilmek zorunda kalmıştır. Şeyhler, mollalar ve dervişler tarafından şehre sokulmak istenmese de kendisine sadık adamlarının desteğiyle Semerkant’a girerek düzeni yeniden sağlamıştır.
 Bir süre sonra av ve eğlence yaşantısını bırakan Uluğ Bey, ilmî çalışmalarla ilgilenmiş, ilmî sohbetler, matematik ve astronomi konularında kendini eğiterek geliştirmeye başlamıştır. Bu dönemde önemli alimler Kadızade RumiGıyaseddin Cemşid ve Ali Kuşcu ile çalışmalar yapmıştır. Semerkant yakınlarında rasathane kurulması çalışmalarını başlatmış, 1429 yılının Ekim ayında da rasathaneyi tamamlamıştır.
Şahruh'un 12 Mart 1447 yılında ölümüyle yeniden Timurlu tahtı için yaşanan mücadeleye katılan Uluğ Bey, Herat seferine çıkmış ve  bir dizi mücadeleden sonra Herat’a hâkim olmuştur. Buradan Buhara'ya geçen Uluğ Bey bir süre burada kaldı; bu arada yeniden başlayan hanedan içi mücadelelerde Semerkand yakınlarındaki Dımaşk köyü yakınlarında oğluna yenilen Uluğ Bey, oğlu Abdüllatif’e teslim oldu. Teslim olduktan sonra Hacca gitmek için oğlunun iznini alan Uluğ Bey, yolda oğlunun adamları tarafından öldürüldü (1449).

Buhara halıları
Buhara’da uğrak yerlerimizden biri de ünlü Buhara halılarının sergilendiği ve satışının yapıldığı geniş ve görkemli bir mekânı ziyaret ettik. Yerde, duvarda, herhâlde yüzlerce ve her ebatta halı gördük; adeta tablo gibi seyrettik. Çok küçük ebatta da dokunmuş ipek halılar var ama fiatlar ABD Doları ve epeyce yüksek.
Seyretmekle yetindik.
Sergileme ve satış yapılan alanın yanındaki kısmen küçük alanda ise genç kızların halı dokudukları görülmektedir.

Buhara’da bir sinagog
Buhara tarihinde çok eskilerden bu yana Yahudilerin varlığı görülmekte: “Yahudileri Samanoğulları zamanında oğlu hastalanan hükümdarın derdine deva olan bir Yahudi hekimin ardından Buhara’da bir koloni oluşturduklarına dair bir hikâye anlatılıyor. Ama kaynaklara göre M.Ö 6. yy’daki Babil Sürgünü’nden kalma Orta Asya’ya doğru bir Yahudi yöneliminden söz ediliyor. Modern çağlarda Orta Asya’daki Yahudi camaatinin bu dönemlerden kalma bir geleneğin temsilcileri olduğuna inanılıyor. 17. yy’a kadar ibadetlerini bile yapacak bir sinagog olmadığı için Leb-i Havuz’un batısında yer alan Magoki Attori Camiî’nde geceleri ibadet eden Yahudi cemaati, 17. yy’da bu mahallede bir sinagog kurar. Sovyetler Birliği zamanında 20.000 civarında Yahudi’nin yaşadığı bölgede Perestroyka döneminde İsrail’e yönelen büyük bir göç yaşanmış. Bugün az sayıda Yahudi ailesi, hâlâ bu kemerli kapıdan girilen ve terzi, kuklacı, ayakkabı tamircisi gibi zanaatkârların dükkânlarının yer aldığı sakin bir sokağın çevresinde yaşıyor olmalılar. Çünkü sinagogları hâlâ bu sokakta.” (http://dagakactim.blogspot.com/2014/03/ozbekistan-notlari-4.html).
Sinagogun içinden başka bir görüntü.
           Buhara’da günün sonu:
           Buhara’da akşam yemeği; bir ailenin bahçesinde akşam yemeğine davetliydik. Gayet hoş, samimî bir ortam ve lezzetli Özbek yemekleri yedik. Hem yemek yedik hemde neşeli bir akşam yaşadık.
(Not: Bu bölümde diğer arkadaşların çektiği fotoğraflardan da yararlandım.. Teşekkür ediyorum.)