Devlet Bakanı Egemen Bağış’ın ve Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın beyanatlarıyla azınlık hakları ve Ruhban Okulu meselesi gündeme geliverdi birden; Ertuğrul Günay, yakında açılabileceğini imâ eden mesaj verirken Egemen Bağış da, vergi veriyorlar, askere de gidiyorlar okul da açılabilir dedi (Milliyet, 29.06.2009, s:11).

Bu mesele bu kadar saf mı?

Lozan Antlaşması, “Azınlık Haklarının Korunması”yla ilgili 37-45’nci maddeleriyle belirtilen hükümleri temel yasalar hükmünde saymış ve Türkiye’nin, “hiç bir yasa, hiçbir yönetmelik ve hiç bir resmî işlemin bu hükümlerle çelişkili ya da onlara aykırı olmamasını ve hiç bir yasanın, hiç bir yönetmeliğin ve hiç bir resmî işlemin söz konusu hükümlere üstün sayılmamasını” yükümlendiğini belirtmiştir; yani, bu mesele ile ilgili olarak her ne yapılacaksa Lozan’a uymak zorundadır..

Şimdi Lozan’daki bu düzenlemeler bakalım:

Madde.38; “Türkiye Hükûmeti, doğum, milliyet, dil, soy ya da din ayırt etmeksizin, Türk halkının tümünün yaşam ve özgürlüklerini, en geniş biçimde, korumayı yükümlenir.

Türkiye’nin tüm halkı, kamu düzeni ve genel ahlâk ile bağdaşmazlık göstermeyen her din, mezhep ya da inanışın gerek genel, gerek özel biçimde özgürce kullanılması hakkına sahip olacaktır. Müslüman olmayan azınlıklar, Türkiye Hükûmeti’nce ulusal savunma ya da kamu düzeninin korunması için ülkenin her yerinde ya da bir bölümünde alınan ve tüm Türk yurttaşalrına uygulanan önlemler saklı kalmak koşulu ile, dolaşım ve göç özgürlüğünden bütünü ile yararlanacaklardır.”

Görüldüğü gibi, ülke ve halk siyaseten tanımlanırken “Türk” ve “Türkiye” tanımları kullanılmıştır.. Tüm halkın korunmasını, hükûmet imzacı devletlere karşı da yükümlenmektedir. Azınlıkların âdil ve eşitlikçi bir politika ile yönetileceği belirtilmiştir; bu yönetim tarzı ancak lâik siyasetle sağlanabilir.

Madde. 39’da ise, haklar ve hakların kullanımı daha ayrıntılı olarak kelimelere dökülmüştür; “Müslüman olamayan azınlıklara mensup Türk yurtdaşları Müslümanlar’la özdeş medenî ve siyasal haklardan yararlanacaklardır.” derken azınlık tanımının “din” esasına göre belirlendiği açıkca görülmektedir; binaenaleyh, yeni tanımlarla Türkiye’de azınlık yaratma politikası Lozan’a tamamen aykırıdır.

Medenî ve siyasal alanda eşitliğe yine vurgu yapılmıştır; “Türkiye’nin tüm halkı, din ayırt edilmeksizin, yasa önünde eşit olacaktır.” denmiştir. Bu kayıtlar, her ne kadar anlaşmanın azınlıklarla ilgili bölümünde yer alıyorsa da, ifadeler bütün Türk halkını ilgilendirmektedir.

Maddenin devamında din, inanç ya da mezhep farkının hiç bir Türk yurtdaşının medenî ve siyasal haklardan yararlanmasına ve “özellikle genel hizmetlere kabulüne, memurluğa ve yukarı derecelere ulaşmasına, ya da çeşitli meslekleri ve sanatları yapmasına bir engel sayılmayacaktır.” denmektedir. Bu hususlarda resmî bir kısıtlama olmamakla beraber, fiiliyatta gayrımüslimlerin yaygın bir şekilde görev aldıkları görülmemektedir; bu durum zaman zaman eleştirilmektedir de.. Fakat, bu durumu ve eleştirileri Antlaşma’nın 45. maddesi çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir.

Yine 39. Madde’yle, “Herhangi bir Türk yurtdaşının gerek özel ya da ticaret ilişkilerinde, gerek din, basın ya da her türlü yayın konusunda ve gerek toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiç bir sınır konulmayacaktır.” denmektedir: din konusunda gayrımüslimlerin tabiî ki, din dilleri farklıdır.. (Müslümanların da, din dilinin Arapça olması gibi.)..Özel, ticarî ilişki ve basın-yayın alanlarında herhangi bir dilin kullanılması, çağdaş bir ihtiyacın karşılanması olarak görülebilir. Fakat, bu maddelerin yorumu, resmî dili ısrarla reddeden veya yeni resmî dil ihdas etmeye yönelik, siyasal ayrışma ve yeni azınlık yaratma stratejisinin basamakları olmamalıdır; Lozan Anlaşması’nın da ruhunda olduğu üzere, ulusal varlığın ve kamu düzeninin korunması da düşünülmelidir..

Yine, bu hükümleri, azınlık hakları bölümünde yer almakla beraber, “Herhangi bir Türk yurtdaşı….” ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, iç politikaya yönelik genel haklar olarak da değerlendirmek mümkündür.

39. Madde’nin son paragrafında ise, “Resmî dilin varlığı kuşkusuz olmakla birlikte, Türkçe’den başka bir dil ile konuşan Türk yurttaşlarına yargıçlar önünde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için gerekli kolaylıklar gösterilecektir.” denmektedir: buradaki “gerekli kolaylık” kavramını makûl bir şekilde anlamak ve uygulamak gerekir.. Yani, bu ifadeleri, bazı belediyelerin uyguladıkları gibi, Türkçe’den başka bir dille hizmet sunmak biçiminde anlamak mümkün müdür? Aslolan, her vatandaşa, devletin resmî dilini öğrenmesi ve konuşması imkânlarını yaratmak ve bunu sağlamak değil midir?

Madde 40’da ise, açık olarak belirtildiği üzere, “Müslüman olmayan azınlıklara…” tanımlamasıyla yazılmış ve bu vatandaşlara öteki Türk vatandaşlarıyla eşit haklar güvencesi sağlanmıştır; her türlü yardım, sosyal, eğitim-öğretim kurumları kurma, buralarda kendi dillerini kullanma ve dinsel ayinlerini özgürce yapma hakkı tanınmıştır.. Bu maddede, tüm halkı imâ eden bir ifade tarzı görülmemektedir..Bu bakımdam, bu maddeyi Türkiye’de Türkçe konuşmayan topluluklara genişletmenin imkânı yoktur.. Nitekim 41. Madde ile, dinsel azınlıklara tanınan haklara bir açıklık daha getirilmiş ve Müslüman olmayan Türk vatandaşlarının çocuklarının ilk okullarda kendi dilleriyle eğitim görmelerinin sağlanması hükme bağlanmıştır; bu hüküm, Türk dilinin öğretilmesinin zorunlu kılınmasını engellemeyecekti.

Müslüman olmayan Türk vatandaşlarının önemli miktarda bulundukları kentlerde ve kasabalarda bu azınlıklar, “Devlet bütçesi, belediye ya da benzeri bütçelerde eğitim, din ya da yardım amacıyla genel gelirlerden verilecek paralardan yararlanma ve ödenek ayrılması konusunda hakça bir pay alacaklardır..” denilmektedir; burada, bu payın gerekçesi olarak ileri sürülen azınlıkların “önemli bir miktarda” bulunmasından maksat nedir? “Önemli miktar” nedir? Nüfusa bir oran mıdır? Sonra “hakça” bir pay denirken, ölçü nedir? Vergi katılımı mıdır? Fakat en makûlü, bunun cevabını mütekabiliyeti getiren 45. Madde’de aramaktır.

Lozan Antlaşması, Müslüman olmayan Türk vatandaşlarına (azınlıklara) bu hakları tanırken, uygulamadaki düzenlemeler için, “azınlıklardan her birinin eşit sayıda temsilcilerinden oluşan özel komisyonlar” kurulmasını da öngörmüştür. Hatta, bu komisyonların çalışmalarında anlaşmazlık olursa Türkiye Hükûmeti ile Milletler Cemiyeti Meclisi’nin birlikte, Avrupalı hukukçular arasından bir üst hakem atanması kararlaştırılmıştır.

Madde 43’de ise, Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk vatandaşlarının ibadet özgürlükleri teminat altına alınmıştır. Hatta, onların hafta tatilleri gününde, “Mahkemelerde hazır bulunmaktan, ya da herhangi bir yasal işlemin yapılmasından kaçınmaları nedeniyle” hiç bir haklarının kaybolmayacağı güvence altına alınmıştı.. Gerçi, daha sonra, “Milâdî Takvim”in kabul edilmesiyle, muhtemel böyle bir mağduriyetin sebebi de, zaten ortadan kalkmıştır.

44. Madde ile Türkiye, Lozan Antlaşması’yla, Müslüman olmayan azınlıklarla ilgili düzenlemenin “ uluslar arası toplumu ilgilendirici nitelikte yükümler getirdiğini ve onların Milletler Cemiyeti’nin güvencesi altına konulmasını” kabul etmektedir; hatta bu hükümlerin, Milletler Cemiyeti Meclisi’nde çoğunlukla alınan bir karar olmaksızın değiştirilemeyeceği hükme bağlanmaktadır. Ayrıca Türkiye, bu yükümlülüklerinin yerine getirilmesinde, Milletler Cemiyeti Meclisi üyelerinden her birinin gözetimini de kabul etmektedir. Üstelik, kendi vatandaşı olan bu Müslüman olmayan azınlıklara karşı yükümlendiği hakların yürütülmesinde bir anlaşmazlık olduğunda, sorunun uluslar arası bir anlaşmazlık sayılacağını da kabul etmektedir; hatta böyle bir anlaşmazlığın uluslar arası Daimî Adalet Divanı’na gidilmesini de kabul etmektedir.. Gerçekten bun maddeler, bir müdahaleyi davet eden maddelerdir..

Yukarıda atıfta da bulunulan 45. Madde ile de, Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıkları için tanınan hakların, Yunanistan tarafından, bu ülkede olan Müslüman azınlığa tanındığı kayıt altına alınmıştır; yani burada bir mütekabiliyet (karşılıklılık) vardır..

Netice itibarla, dinsel eğitim hakkından diğerlerine kadar, Türkiyeden talep edilen ne varsa, otomatik olarak Yunanistan’daki Müslüman azınlığın da o haklara sahip olması gerekmektedir; böyle bir durum hasıl olduğunda, Türkiye büyük devlettir, onlar da bizim vatandaşımızdır, biz üstümüze düşeni yapalım vs. gibi meselenin aslından habersiz yorumlara, yazılara bir önem verilmemelidir.