Thursday, December 17, 2020

TÜRKİYE, EKONOMİK VE SİYASAL TETİKÇİLERİN HEDEFİ Mİ OLMAKTADIR?

 

Küreselleşme tartışmaları içinde yer alan bir konu da ekonomik bakımdan yeniden yapılanma iddialarıdır; daha evvelki dönemlerde de sık sık gündeme geldiği gibi serbest ekonomi ve özelleştirme ilkeleri çerçevesinde politikaların icra edildiği görülmektedir. Fakat bu uygulamaların uluslararası sermayeye yaradığı, Türk halkına refah olarak yansımadığı da gözlemlere dayanmaktadır.

Paris Üniversitesi öğretim üyelerinden Gerard Dumenil, uluslararası sermayeye açılan özelleştirmelerin sermayeye mi, yoksa o ülke halkının refahına mı katkıda bulunduğu meselesini, Meksika ile ABD arasındaki bu tür bir ilişkiden hangi ülkenin daha kârlı çıkacağını sorarak irdeliyor.[1] Massachusetts Üniversitesi öğretim üyelerinden Arthur Mc Ewan da bu politikaları yeni bir sömürgecilik olarak tanımlamaktadır; bu yeni sömürgeciliğin daha acımasız olduğunu söyleyen Arthur Mc Ewan’a göre gelişmiş ülkelerin borç alan ülkeler üzerinde uyguladığı baskının sonucunda özelleştirme yaptırılarak kendi firmalarına yatırım imkânları sunulduğunu, ticaretin serbestleştirilmesiyle yeni pazarlar, sıkı para ve maliye politikalarıyla da yine kendi firmalarına güvenli bir zemin yaratıldığını belirtmektedir.[2] Öte yandan uluslararası şirketler ve sermaye çevreleri bakımından Türkiye ekonomisi hâlâ çok kârlı, çok cazip bir ülke konumunda olduğu ileri sürülmektedir; Osmanlı döneminden devreden ağır bir borç yükü ve çağdaş ihtiyaçların temini gibi sermaye ihtiyacı baskısı altında olan ilk dönemlerde devletçilik politikası uygulanmış ve hemen hemen her alanda ekonomiyi ve yatırımları devlet gerçekleştirmiştir. Bu şartlarda bir sermaye birikimi yaratılamadığından, izlenen özelleştirme politikaları ve yabancı sermayeye duyulan ihtiyaç sebebiyle ülkenin petrol, çelik endüstrisi, bankacılık, telekomünikasyon ağı üzerinde ciddî bir yabancı sermaye baskısı görülmektedir.
Özelleştirme ve sermayenin serbestliği, ekonomik anlamda yabancı sermayeye açılım o derece küreselleşmenin gereği görülmektedir, ki bu gelişmelere ciddî bir eleştiri bile yöneltilememektedir.
Kendisinin bir “Ekonomik Tetikçi” (ET) olduğunu itiraf eden John Perkins, kendisini bir ekonomik tetikçi olarak yetiştiren hocası Claudine’in, işini kendisine şöyle tarif ettiğini yazıyor: “İşin, dünya liderlerini, ABD’nin ticarî çıkarlarını gözeten büyük bir ağın parçası olmaya teşvik etmek. Sonunda bu liderler, sadakatlerini garanti edecek şekilde bir borç batağına saplanır. Sonra da onları politik, ekonomik ya da askerî ihtiyaçlarımız için ne zaman istersek kullanabiliriz. Karşılığında halklarına sanayi siteleri, elektrik santralleri ve havaalanları sağlayarak politik durumlarını güçlendirirler. Bu arada Amerikan mühendislik ve inşaat firmaları da inanılmaz derecede zenginleşir.”[3]
Ekonomik tetikçilik mesleğinin imparatorluklar kadar eski olduğunu belirten John Perkins, küreselleşme sürecinde bu mesleğin korkutucu boyutlara ulaştığını, kullandıkları araçlar arasında “sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, seks ve cinayet”in olduğunu belirtmektedir.
Ekonomik tetikçilik mesleğinin icrasında uluslararası finans kurumlarını kullandıklarını belirten John Perkins, borçlandırılacak ülkelere “elektrik santralleri, otoyollar, limanlar, havaalanları, sanayi siteleri” gibi altyapı “iyilikleri” yaptıklarını, bir ekonomik tetikçinin başarısının da bu yatırımları,  borçlu ülkeye en yüksek maliyetle kabul ettirebilmesindedir diyor: “Eğer bir ET gerçekten başarılıysa, verilen paranın miktarı o kadar yüksek olur ki borçlu ülke birkaç sene sonra ödemelerini yapamaz hale gelir. İşte o zaman da biz, (tıpkı mafya gibi) diyetimizi isteriz. Bu da genellikle şunlardan bir veya birkaçını içerir: Birleşmiş Milletler’de alınacak bir kararda ülkenin vereceği oyun kontrolü, topraklarında askerî üsler kurulması, petrol ya da Panama Kanalı gibi değerli kaynaklara erişim. Bu arada borç yükümlülüğü tabii ki devam etmektedir ve küresel imparatorluğumuza bir ülke daha eklenmiştir.”[4]
Kariyerinde “Barış Gönüllüsü” olarak Ekvador’da çalışmak ve Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) ile irtibatlı olmak ta bulunan John Hopkins’in bir ekonomik tetikçinin nasıl çalıştığı hakkındaki itirafları da tanıdık gelmektedir: “Biz ET’ler cin gibiyizdir; tarihten ders alırız. Kılıç taşımaz, bizi diğerlerinden ayıran zırh veya giysiler giymeyiz. Ekvador, Nijerya ve Endonezya gibi ülkelerde yerli bir okul öğretmeni ya da dükkân sahibi gibi giyinir, Washington ve Paris’te bir hükümet bürokratı veya bankacı gibi görünürüz. Alçak gönüllü, saygılı ve normal davranırız. Proje mahallerini ziyaret eder, yoksul köyleri dolaşırız. Fedakârlık taslar, yaptığımız harika hayırseverlik işlerinden yerel gazetelere söz ederiz. Hükümet komisyonlarının konferans masalarını, hesap çizelgelerimiz ve finansal tahminlerimiz ile donatıp, Harvard İşletme Okulu’nda makro-ekonominin mucizeleri hakkında ders veririz. Hep kayıt altında ve ortadayızdır. Daha doğrusu, kendimizi öyle gösterir ve öyle kabul görürüz. Sistem öyle çalışır. Gerekirse yasa dışı yollara da başvururuz; çünkü sistemin kendisi hile ve kandırma üzerine kurulmuştur ve sadece tanım olarak yasaldır. Ancak eğer başarılı olamazsak, devreye biz ET’lerin çakallar olarak nitelendirdiği ve soylarını doğrudan o eski imparatorluklara dayandıran, çok daha sinsi bir tür girer. Çakallar her zaman oradadır; gölgede beklerler. Ortaya çıktıkları zamansa, devlet başkanları ya devrilir ya da ölümcül kazalarda yaşamını yitirir. Ve eğer şanssızlık sonucu çakallar da başarısız olurlarsa o zaman (Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi) eski usuller ortaya çıkar. Çakalların başarısız olduğu yerlerde, genç Amerikalılar öldürmeye ve ölmeye gönderilir.[5]
Bir ekonomik tetikçi olarak gittiği Ekvador, Nijerya, Endonezya (Cava), Kuveyt, Panama, Suudi Arabistan, İran, Kolombiya gibi ülkelerdeki faaliyetlerini anlatan John Perkins, yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı gibi bu ülkeleri yüklü miktarda borç altına sokacak projelere ve bu projeleri ödeme potansiyelleri olduğuna ikna etmek görevinde bulunmuştur; hatta ikna ettiği ve görevini başardığı da anlaşılmaktadır. Bu hususta Ekvador tecrübesini ise şu sözlerle değerlendirmektedir: “1968’de oraya ilk gittiğim yıllardan bu yana, bu minik ülke, şirketokrasinin tipik kurbanlarından biri haline gelmişti. Çağdaşlarımla ben ve bizim modern kurumsal eşdeğerlerimiz, bu ülkeyi neredeyse iflasın eşiğine getirmeyi başarmıştık. Ekvador’a, zengin ailelere, bu projeleri gerçekleştirecek mühendislik ve inşaat firmalarımızı tutsunlar diye milyarlarca dolarlık kredi verdik. Sonuçta, 30 yıl içerisinde, resmi yoksulluk oranı %50’den %70’e, işsizlik ise %15’den %70’e fırladı. Kamu borcu da 240 milyon dolardan 16 milyar dolara yükseldi ve millî kaynaklardan en yoksul vatandaşlara ayrılan pay %20’den %6’ya geriledi. Ekvador bugün, millî bütçesinin neredeyse yarısını -resmen yoksulluk sınırının altında olan milyonlarca vatandaşına yardım etmek için kullanmak yerine sadece borçlarını ödemeye ayırmak zorundadır.”[6]
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde de benzer politikalarla karşı karşıya kalınmış ve Kırım Harbi’nden (1856) sonra yapılan borçlanmaların, 1881’de faizi bile ödenemez hâle gelmiştir. Borç borçla kapatılmaya çalışılmış, borcu borçla kapatmak için daha yüksek faizle borç alınmış, borçlara karşılık olarak gösterilen demiryolları, madenler, su, havagazı, elektrik, telefon tramvay, tünel gibi yerel hizmetler imtiyazlı yabancı şirketlere devredilmişti. Özellikle demiryolları uzun vadeli kâr garantili olarak yabancı şirketlere veriliyordu; hatta demiryolu hattının geçeceği arazi yabancı şirkete bedelsiz veriliyor, bu hattın belli kilometre kadar etrafındaki arazide çıkarılabilecek petrol ve maden arama ve kazı yapma izinleri de bulunuyordu. Hatta Rusya’dan gelecek Yahudi göçmenleri için Rothschild Ailesi’ne, 1882-1918 yılları arasında 500.000 dönüm arazi satılmıştı; Rothschild Ailesi’nden Sultan II. Abdülhamit döneminde, 1891 tarihinde 6.316.920 Sterlin ve 1894 yılında da 8.212.340 Sterlin borç alınmıştı.[7]
Bu ekonomik politikalarla Osmanlı Devleti sömürgeleştirilirken, siyaseten azınlık meseleleri ve müdahale politikalarıyla, askerî olarak sürekli savaş politikalarıyla kaynakları tamamen tükettirilmiştir. Bir taraftan da işbirlikçi hükümetler ve devlet adamları da hatırlanırsa “şirketokrasi” üçgeni tamamlanmış gibidir. Bu nedenlerle;
* Ülkemiz, neden üstesinden gelinemez görünen krizlerle sık sık karşılaşmaktadır ve sık sık “kurtarılmak” durumunda kalmakta, beka sorunuyla karşılaşmaktadır?
* Ülkenin ekonomik büyümesi, neden nüfusun sadece küçük bir kısmına yarar ilen çoğunluk için fakirleşme artmakta, hayat şartlarının daha da zorlaştığı görülmektedir; bunun için ülkemizde yapılan araştırmalarda yoksulluk sınırını ve asgarî ücret tartışmalarını hatırlamak yeterli sanırım.
* Ülkemiz küresel şirketokrasinin etkilerini, parasal saldırısını göğüsleyebilmekte midir?
* Para politikaları ve diğer malî politikalarla, ayrıca uygulamalarda (F-35 projesinde) görüldüğü gibi ortak projelerden tek taraflı olarak çıkarma ve yaptırım uygulamalarıyla Türkiye olumsuz bir çizgide tutulmakta veya her an o çizgiye itilmek durumunda bulunmaktadır. Bir kriz politikasıyla Türkiye, bir anda yoksul ülkeler sınıfına itilmektedir. Bu durumda bir çağdaşlaşma projesi olarak görülen Avrupa Birliği hedefi bir yaklaşıp bir uzaklaşmaktadır; bir serap gibi bir türlü erişilememektedir. Siyasal ve ekonomik bu görüntünün diğer tarafındaki Türkiye yönetiminin de gerçekten bu hedefe ulaşmak isteğinde olup olmadığı ayrı bir konudur.
* Öte yandan Avrupa Birliği ile ilişkilerde istenilen düzeyi tutturmak hiçbir zaman mümkün olmayabilecektir; kaldı ki bu durum yalnızca Türkiye’nin elinde olan bir şey değildir. AB ile uyum sürecindeki tartışmalarda kriterlerin sürekli değiştiği görülmektedir. Bu zorluklara Ermenistan, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin bitmeyen taleplerini ve şantajlarını da eklemek gerekmektedir. Bu durumun AB lider devletlerinin işine geldiği de düşünülebilir; çünkü onlar bu sorunlar sebebiyle sürekli olarak Türkiye’nin içişlerine karışabilme ve taleplerini artırma imkânlarını ellerinde tutmuş olmaktadırlar. Bu yolla Ortadoğu meselelerine müdahale edebilmeleri de ayrı bir meseledir.
* Çok uzun vadeli siyasal projeler ve ülke ekonomisinin kolay kolay kaldıramayacağı yatırımlara yönelme veya yöneltilmeler ülkenin kaynaklarını tüketme politikalarının ve kabullenilmiş başarısızlık sendromu yaratma stratejisinin bir parçası mıdır? Çünkü Dünya Bankası’nın kalkınmayla ilgili yaşanan sorunların nedenlerini inceleyen ve çözüm önerilerini ortaya koyan “İç Savaş ve Kalkınma Politikası” raporunda, bir ülkede barış zamanında iç savaş çıkma riskinin %10 artmasının, o ülkedeki askerî harcamaların Gayrı Safi Millî Hasıla’daki (GSMH) oranın %1 artmasına neden olduğu belirtilmiştir; yani ülkede veya bölgede gerilim politikasının sürmesi veya yükseltilmesi uluslararası sermayenin ve şirketlerin çıkarına bir durumdur.
Adı geçen raporda uluslararası enerji şirketlerinin iç savaşlara verdiği desteklerden örnekler de verilmiştir. Bu çerçevede 1997’de Kongo-Brazzaville’de yaşanan iç savaşta Fransız Elf-Aquitaine şirketinin taraflardan birine, gelecekte petrol arama hakkı verilmesi karşılığında 150 milyar dolar yardım yaptığı belirtilmiştir.[8] Savaşta şirketin desteklediği taraf kazanmıştır. İtalyan enerji devi ENİ de Cezayir bağımsızlık savaşı sırasında, Cezayirlilere, bağımsız devlet kurulduğunda imtiyazlar verilmesi karşılığında silâh ve para yardımı yapmıştı.[9]
Sonuç olarak Türkiye’nin bugünkü meselelerine bir de bu açıdan bakmak faydalı olacaktır.


[1] Milliyet, 20 Şubat 2004, s:9

[2] a.g.y

[3] John Perkins, Bir Ekonomik Tetikçiin İtirafları, Türkçesi: Murat Kayı, 13. Baskı, Ankara 2011,  s:30, https://www.academia.edu/35526116/John_ Perkins_ Bir_Ekonomik_Tetik%C3%A7inin_%C4%B0tiraflar%C4%B1_1_pdf

[4] A.g.e, s:13

[5] A.g.e, s:16

[6] A.g.e, s:181

[7] Mustafa Balcıoğlu- Sezai Balcı, Rothschıldler ve Osmanlı İmparatorluğu- İlk kez yayımlanan belgelerle, Erguvanî Yayınevi, Ankara 2020, 4.Baskı, s:507-511

[8] Milliyet, 10 Mart 2003, s:18

[9] a.g.y