İsrail haberlerine devam; bu olay bir yeni tür psikolojik savaşa dönüştü.. Her nasılsa bu sivil tepkiler bir yerlerden komutlanmış gibi aynı anda aynı kitlesellikle belirli yerlerde oluveriyor? İsrail de, sivil tepki şalterini inidirdi galiba, çünkü Tel Avivde Türk büyükelçiliği önünde yapılan gösterilerde T.C Başbakanı ve Türkiye faşist diye damgalanırken, Başbakan’ı da Hitler’e benzeyen fotoğraflarla eleştirmişler… ve Ermenistan bayrakları sallamışlar..? Herhalde Türkiye’nin siyasî bakımdam hassas noktalarına vuracakalarını işaret ediyorler..(http://www.milliyet.com.tr/2010/06/04/index.html) Bu arada, 6 Türk’ü oldüren İsrailli askere “kahramanlık madalyası” veriyorlar..
İsrail basını veya bu psikolojik savaşı yönetenler de, Türkiye’ye karşı öfkeyi ve tansiyonu kontrollü olarak yükseltiyorlar; bir grup saldırgan, Beerşaba kentindeki, I. Dünya Savaşı’nda şehit olan Türk askerleri için dikilmiş olan anıttaki heykelin başını kopardılar. Aşırı sağcı olduğu sanılan saldırganlar, anıtın hemen yanında İsrail bayrağıyla yan yana duran Türk bayrağını da yaktılar. Gazze konvoyunda bulunan yardım gönüllüleri de, Türkiye’ye iade edilmeden önce Beerşeba Cezaevi’nde tutulmuşlardı… İsrail Channel-2 televizyonunun haberine göre de, Gazze ablukasının yumuşatılacağı bildiriliyor; konuya ilişkin olarak İsrail’den henüz resmi bir açıklama yapılmamakla beraber, Başbakanlığa yakın bir siyasi kaynak, ablukanın ne şekilde yumuşatılabileceğinin ayrıntılarına ilişkin verdiği bilgilerde, Gazze’ye giden malların uluslararası güçlerce kontrol edilmesi şartının yerine getirilmesini isteyeceğini kaydetmekte.
Türkiye gazeteleri de, İsraille yapılan askerî, ekonomik, işbirliklerine son verilebileceğini yazıyor; unutkan olmayıp 6 ay sonra sorabilsek; ne yaptınız, ne oldu?… Reyting yazıları ve duyguları, tercihleri sömürme ve safları sıklaştırma uygulaması….
İsrailin bu yaptığı artık prim yapmamalı dünyada; kim kendini eleştirse, eleştireni Hitler’le özdeşleştirerek II. Dünya Harbi Yahudi soykırımına gönderme yapıyor.. Artık dünya kamooyu da bu cahilliğe ve açıkgözlüğe bir son vermeli.. İsrail, münasebetlerde bulunduğu ülkelerden, hep İsrail’in çıkarları istikametinde tavır almalarını bekliyor, her hareketinin doğru ve haklı olduğunu zannediyor…… Ne olursa olsun İsrail, Türkler’le arasına kan sokmamalıydı…. Tabiî Türkler ve Türkiye için de söylenecek şeyler var; bu krizin iyi yönetilmesi lâzım.. Şimdiden meydan mitinglerinde iç siyaset mücadelesinde kullanılır oldu..
Evvelemirde, her halk da vatanı için mücadele etmesini bilmeli..
Başka bir dikkatimi çeken nokta da, iç ve dış basında yapılan yorumlarda Türkiye ile ilgili ifadelerde “imam” “münzevî imam”, “dinî lider” gibi kavramlar kullanılıyor; imamlık din hizmetiyle ilgili bir görevdir; tayin edilir, emekli olur, görevi karşılığında maaş alır vs.. İnancımıza göre dinsel bir rütbe değildir; öyle olduğuna inanılıyorsa, bu unvanı ve yetkiyi kim kime hangi yetkiyle ve hakla veriyor? “Dinî lider” diye bir şey var mı? Evet, başka inançlarda var; Sünnî-İslâm’da dini lider, yani din ve inancın tek doğru yorumunu yaptığına şeksiz-şüphesiz inanılan bir makam, kişi var mı? Bu iddianın sahiplerine sotmalı; onu, bu iradeyi temsil etmek üzere kim tayin etti ve yetkilendirdi? Siyasette, dinsel görev kimliğiyle tanınmış kişi ve kurumları odak noktası yapmak, politikayı “din ve inanç” eksenli yapmak hangi anlayışın sonucudur ve ne yarar getireceği umulmaktadır?
Bu bağlamda, Sayın Fethullah Gülen’in, Gazze’nin ablukasını delerek yardım götürmeyi amaçlayan filoya İsrail komandolarının düzenlediği operasyonda 9 Türk’ün hayatını kaybetmesiyle ilgili Gazze yorumu düştü sayfalara ABD’den: Sayın Gülen, ABD’nin önde gelen gazetelerinden Wall Street Journal’a verdiği söyleşide, Türk bir kuruluşun önderlik ettiği bir filonun İsrail’in izni olmadan Gazze’ye yardım götürmesini eleştirdi. Gazetenin haberine göre Gülen, söyleşide olayla ilgili izlediği haberler hakkında, “Gördüğüm şeyler hiç de hoş değildi”, “Çok çirkin şeylerdi” diye konuştu. Gülen, organizatörlerin Gazze’ye yardım götürmeden önce İsrail’le uzlaşma yolunu seçmemelerini “faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmak” olarak tanımladı ve “IHH’nin politik bir amaç güdüp gütmediğini söylemek kolay değil” dedi; bu sözler, basında yer aldığına göre, röportajı yapan muhabir Joe Laura’da da şakınlık yaratmış. Sorularını Gülen’e yazılı olarak ilettiğini ve Gülen’in İHH’yi eleştiren, İsrail’i destekleyen sözlerine şaşırdığını belirten Joe Laura, “Gülen’in ABD’deki konumunu dikkate alarak böyle bir açıklama yaptığını düşünüyorum.” demiştir.
Bu sözler, önce basın ve siyasal çevrelerde biraz şaşkınlıkla karşılandı.. Âdeta ne diyeceklerini bilemediler; bazıları karşı çıkar gibi konuştu.. Kimileri ifadelerdeki esnekliklere dayanarak ne denmek istendiği hususlarında iki cümleyi iki paragrafla açıkladılar.. Bir-iki gün sonra eleştirenler, ciddî biçimde eleştirmekten kaçınır gözüktüler ve açıklama ile ABD tutumu arasındaki paralelliklere hiç dokunmadılar.. Velhasıl karşı çıkan açıkça karşı çıkmadı, taraftar olan da, gayet kısa ve açık olan beyanatı, uzun uzun köşe yazılarıyla, açıklamalarla tefsir etti..
Bu gelişmeler, dış politikada, Müslüman toplumlarda Türkiye’ye ve Türkiye’yi yönetenlere bir sevgi ve minnet duyguları oluşturdu, hatta bu duyguları epeyce yükseltti: Türk bayraklarıyla gösteriler, Sayın Başbakan’ın posteriyle yürüyüşler, bir bebeğe Başbakanımızın adının verilmesi gibi olaylar.. Tabiî çok iyi bir şey; buna şimdi, uluslararası ilişkilerde “yumuşak güç” deniyor.. Ama bu gücün de, tatlı sözler güzel duyguların ifadesinden öteye bir şeyler de getirmesi lâzım.. Bu Müslüman kamuoyu ve Müslüman devletler, Türkiye’nin karşılaştığı terör, Kıbrıs, soykırım iddialarıyla yaratılmak istetenen politik baskı ve izolasyon, Ermenistan sorunları gibi sorunlar karşısında bakalım nasıl bir tutum takınacaklar?..( O zamana kadar iç siyasette olan olur, biten biter zaten derseniz söz biter zaten…)
Velhasıl, siyaset şekillendirilmeye ve saflar sıklaştırılmaya çalışıldı.. Ne var bunda derseniz; sözüm sıradan insanlara, gençlere.. Unutkan olmayın, sorgulayın, kendinizi kullandırmayın ve (filler tepişirken) ayak altında ezilmeyin; ticaret kârdan, siyaset sonuçtan anlar.. Olayın üzerinden daha bir hafta-on gün geçti kalem erbabı şimdiden “pek hesaplı” davranmaktan, “diplomatik akıl” ile hareket etmekten bahsetmeye başladı.. Veya, yazı yazıp sonra, “ama…” diye devam etmeler başladı, “rasyonal” olmaktan, “ince ayar” yapmaktan söz eden satırlara rastlanmaya başlandı….. Ne olacaktı yani demeyin… Makarayı geri sarın ve, bu sözleri şimdi kaybettiğimiz Türk insanlarına ve ailelerine, gemi yola çıkmadan evvel söylemiş olduğunuzu düşünün… Hani, “Nefes” filmindeki sahne gibi…
İlk kez, Osmanlı son dönemlerinden bu yana “ümmetçi” siyaseti yani, iç ve dış politikada “din ve inanç” eksenli bir siyaseti ilk kez yaşıyoruz galiba; Türkiye’nin politikasında inançlar, inanç grupları, bölgecilik, mezhepçilik, milliyetçilik, Türkçülük gibi anlayışlar kullanıldı; bir arada kullanılırken de, bu unsurlardan biri diğerlerinden biraz daha baskın hissedildi.. Ama bir süredir, siyaset tarihinde “İslâmcılık/ Ümmetçilik” diye adlandırılan politik anlayış, bu kadar açık seçik ve baskın olarak görülmemişti.. Bu tanımlamaları dindar yaşam tarzıyla, ibadet ve inanç sahibi olmakla karıştırmayınız.. Bu politikaların tarihçesi de, 19. yüzyılın sonlarından itibaren takip edilebilir; ama en azından şu görüldü şimdi Türkiye’de. İşte inançlı, dindar yöneticiler.. tarikat ehli, Nakşibendi, Nurcu vs. Yine yolsuzluk oluyor, yine siyasal yoldan zenginleşiyorlar ve bu yöneticiler de başarısız olabiliyorlar.. Her peşin hüküm denendi.. Herhalde özgür vatandaş olmak, liyakat ve yeterlilik aramak, hiç bir şey adına iradesini emanete vermemek, siyasetçinin “tapulu malı” olmamak noktasına gelinmiştir umarım..
1990’lı yıllarda, “Altaylar’dan Tuna’ya Türkçe konuşan halklar.”ın, Türkî cumhuriyetlerin Türkiye’de, İstanbul’da Antalya’da, Samsun’da yapılan Türk halkları kongreleri hatırlansın.. Yeni Turan heyecanları.. Hele Antalya’daki kurultayda Orta Asya Türk devletleri Devlet Başkanları, gayet gösterişli bir kutuda kalplerini Sayın Süleyman (Demirel) Aga’ya sunmuşlardı.. Hepsi birden demir döğmüşlerdi; haritayı gözünüzün önüne getirin lütfen… Türkiye rejimiyle, kalkınmışlığıyla, ekonomisiyle lâik demokrasisiyle kardeş Türk devletlerine örnek olacaktı.. Batı basınında da, bu hususta durmadan yayınlar yapılıyordu.. Sonra.. 1990’lardan sonra öyle iç sorunlara düştük ki, bugün Türkiye’nin bütünlüğünü veya parçalanmasını konuşuyoruz..
Sayın Dışişleri Bakanı Prof.Dr. Ahmet Davutoğlu da, konuşmasına “bir rüyam var.” diye başlamadı ama, Osmanlı tarihi ile meşruîyet kazandırmaya çalıştığı konuşmasında Kuzey Afrika, Orta Doğu İslâm dünyasını içine alan bir harita çizdi ve “Kudüs bir gün başkent olacak ve Kudüs’te, hep birlikte namaz kılacağız.” dedi.. Yine yerli ve yabancı basından övgüler, Türkiye bunu yapar, Türkiye’siz olmaz, Türkiye diğer Müslüman halklara lâik demokrasisiyle ve kalkınmış ekonomisiyle örnek olabilir yollu yazılar….
Daha evvel “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” diye bir kitap yayımlanmıştı.. Özeti şöyle: ekonomik tetikçi diye adlandırılan uluslararası ünlü, profesyonel danışmanlar bir ülkeyi ekonomik kapasitesiyle ters orantılı süper projelere ikna etme seferberliğine girişiyorlar.. Bunu yaparken, o devletin aslında çok daha büyük bir kudrete sahip olduğuna yöneticilerini bir şekilde ikna (?) ediyorlar ve kamuoyunda bir heyecen dalgası yaratıyorlar. Siz kendi gücünüzün farkında değilsiniz, siz şöyle güçlüsünüz, neler yapabilirsiniz diyorlar.. Ve neticede o süper proje, o devlete kabul ettiriliyor. Sıra finansman bulmaya gelmiştir; finansmanı da o danışmanlar buluyor (Aslında, Batı’daki sermayeye ve teknolojiye alan yaratıyorlar.).. Fakat, proje bir türlü bitmiyor.. Borçlar borçla döndürülüyor, faiz sarmalına düşülüyor.. Ve çaresizlik.. Ama, çareyi yine danışman gösteriyor; BM’de bir rey veya şu siyasal karar.. Şimdi de Türkiye, siyasal tetikçilerin alanı mı oldu?
No comments:
Post a Comment