Anadolu’da Türk milletinin direnişini ve istiklâl mücadelesini anlamazlıktan gelen İtilâf Devletleri, TBMM’nin açılması ve faaliyetleri karşısında Sevr Anlaşması için yaptıkları hazırlıklara hız vermişlerdir. Sevr Anlaşması’nın hazırlıkları Paris Barış Konferansı’nda yapılmıştı: Buna göre Anadolu toprakları müttefikler arasında paylaştırılıyor ve azınlıkların dilekleri dikkate alınıyordu.

İtilâf devletleriyse, Anadolu’nun taksimi ile İstanbul’un yönetimi hususunda birbirleriyle anlaşamıyorlardı: Bu maksatla 12 Şubat 1920’de Londra’da toplanan Konferans, 10 Nisan 1920’de dağılırken, İtilâf temsilcileri San-Remo’da toplanmayı kararlaştırmışlardı. 18-26 Nisan tarihleri arasında da, San-Remo’da toplanan İngiliz, Fransız, İtalyan devlet adamları TBMM ve oluşan yeni şartları dikkate almaksızın Anadolu’yu parçaladılar. Osmanlı delegeleri San-Remo’ya çağrılarak bu kararlar onlara tebliğ edildi.

Osmanlı Hükûmeti’nin karşı görüşleri.

Müttefikler, Sevr Anlaşması metninin son halini 11 Mayıs 1920’de Osmanlı temsilci heyetine vermişlerdir. Osmanlı Hükûmeti’nin, barış anlaşması taslağına karşı ileri sürdükleri itirazlar Temmuz 1920 ortalarında Paris Barış Konferansı Başkanlığı kanalıyla Müttefiklere sunulmuştur [1]: Osmanlı Hükûmeti, anlaşma taslağına belirttiği karşı görüşlerinde, müttefiklerin barış ve adalet duygularına hitab etmiş, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girişinin sebebini, sorumluluğunu daha önceki Osmanlı Hükûmeti’nin maceracı politikalarına yüklemiştir. Osmanlılar’ın savaşa girişinin sorumluluğunun, İttihatçı yönetim kadrolarına ait olduğu ifade edilmiştir.

Osmanlı Hükûmeti, bu barış taslağının, I. Dünya Savaşı’ndaki müttefiklerine kabul ettirilenlerden daha ağır olduğu kanısındadır; bu hususu ileri sürerken, Osmanlılar’ın savaşı kendi topraklarının dışına taşırmamış olduğunu ve Osmanlı ordularının hiçbir yakıp-yıkma ile suçlanmadığına dikkati çekmektedirler. Tasarıya verilen bu karşı görüşlerde, Türkiye’nin haksızlığa uğradığı, Türkiye’ye eşit muamele yapılmadığından yakınılmıştır.

Osmanlı Hükûmetinin bu itirazlar ve teklifler içeren cevabında, milliyet ilkesi adına bağımsız devletler yaratılarak, bazı ülkelerin de manda yönetimi altına alınması suretiyle devletin bölündüğünden şikayet edilmektedir; üstelik bu bölme işleminin, savaşta fiilen bulunmamasına rağmen yenen durumuna geçen Yunanistan hesabına yapıldığı, Kürdistan’ın ayrılmak için hazırlandığı belirtilmektedir.

Bu ifadelerden ve tespitlerden de açıkca anlaşılıyor ki, Sevr’in bir yokoluş belgesi olduğu, Osmanlı Hükûmeti tarafından da görülmektedir… İfadelere bakılırsa, kararlı bir diplomatik duruş gösterilecek gibiyken, devamındaki cümlelerde yine acz ve yetersizlik duyguları belirten söylemler görülmektedir; “barış”, “gönül yüceliği”, “özgürlük sevgisi, “adalet” gibi yüceltici ifedelerle, güya, İtilâf devletlerinin (İngiltere, Fransa, İtalya, ABD) “en soylu duygularına” hitap edilerek, politik bir himmet beklentisi yaratılmaktadır.

Müttefiklerin cevapları.

Barış anlaşması tasarısına karşı İtilaf devletlerinin, Osmanlı Hükûmetine ültimatom niteliğinde verdikleri cevap (16 Temmuz 1920), İstanbul basınında 21 Temmuz 1920 tarihinde tam metin olarak yer almıştır[2] : Müttefikler karşı cevaplarında, Osmanlı Devleti’nin savaşa katılmakla büyük bir suç işlemiş olduğunu, Çanakkale Savaşları’nı imâ ederek, büyük bir deniz ulaşım yolunu kapatarak müttefiklerin yolunu kesmekle en az iki yıl savaşın uzamasına sebep olunduğunu, müttefiklerin “milyonlara varan insan yaşamıyla, yüzlerce milyarlık” kaybına neden olunarak büyük bir suç işlenmiş olduğu, bu zararlar karşısında anlaşma taslağındaki şartlarının, az bile olduğu belirtiliyordu.

Osmanlı Hükûmeti, her ne kadar Wilson ilkelerinin çoğunluk esaslarını ileri sürmüş olsa da, müttefikler, “Türkler’in öteki uluslar üzerindeki egemenliklerine artık sonsuzluğa dek son vermek zamanının geldiğini” ifade ederek, Türk ülkesinin parçalanacağının haberini vermiş oluyorlardı; nitekim sınırlarla ilgili itirazların hiç birini dikkate almadıkları, Anadolu’nun ve Trakya’nın parçalanacağını ifade eden cümlelerinden anlaşılmaktadır. Hatta daha da ileri bir ifade ile, bu barış taslağının uygulanmasıyla “Türk ulusunun mutlu bir ulus” olacağı iddia edilmektedir!!!!

Baştan da belirtildiği gibi, bir ültimatom niteliğinde olan müttefiklerin bu karşı cevabı şu cümlelerle bitiyordu: “Eğer Osmanlı Hükûmeti, Andlaşmayı imzadan kaçınırsa ve üstelik imzadan sonra, Anadolu’da söz geçirmesini yeniden kurmak ve Andlaşma’nın yürütülmesini sağlamak konusunda güçsüz bulunursa, Müttefikler, Andlaşma’nın maddelerine uygun olarak, bu kararı yeniden incelemek ve bu kez Türkler’i Avrupa’dan sonsuzluğa dek kovmak durumuna girebileceklerdir.”[3]

Saltanat Şûrâsı’nın toplanması Sevr Anlaşması’nın imzalanması kararı.

Müttefiklerin, anlaşma taslağı üzerindeki ültimatom niteliğinde cevapları üzerine, nasıl davranılacağı konusunda 22 Temmuz 1920 günü Yıldız Sarayı’nda ve Padişahın huzurunda bir kurul toplanmıştır. “Meclis-i Âli” veya “Saltanat Şûrası” denilen bu kurul hükûmet ve Âyan Meclisi üyelerinden, bilim adamlarının önde gelenlerinden ve yüksek subaylardan meydana geliyordu; Şûrâ toplantısında önce müttefiklerin cevabı okunmuş ve görüşmeler sonunda anlaşma metninin Osmanlı Hükûmeti tarafından imzalanmasına karar verilmiş ve bu konuda resmî bir bildiri yayımlanmıştır.. Böylece Padişah ve Hükûmet, anlaşmanın o oybirliğiyle imzalanmasına karar verildiğini göstermek ve sorumluluğu yaymak, dağıtmak istiyordu.. Daha doğrusu, düşülen kötü durumun siyasal sorumlusu kaybediliyordu; herkesin sorumlu olduğu yerde, hiç kimseyi sorumlu tutmak mümkün değildi….

Padişah’ın da katılımıyla toplanan Saltanat Şûrası toplantısı bir buçuk saat sürmüş ve şöyle cereyan etmiştir: Önce Müttefikler’in, Osmanlı Hükûmeti’nin anlaşma taslağı hakkındaki karşı görüşlerine cevapları okunmuş ve sonra bu hususta Hükûmet’in 20 Temmuz 1920 tarihli tutanağı okunmuştur. Bu tutanakta, Müttefikler’ce âdeta tebliğ edilen anlaşma taslağının, “çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntılarından, Trakya’nın bir parçası ile Anadolu’da yeni bir küçük devlet kurulması” öngörüldüğünden bahisle, tasavvur edilen bu devletin de, tümüyle bağımsız olmadığı belirtiliyordu.[4]

Hükûmet’in bu tutanağında, Anlaşma taslağının çok ağır şartlar taşıdığı gerçeği teslim edilmekle beraber, bir çaresizlik psikolojisinin getirdiği eziklikle iki seçenek karşısında bulunulduğu belirtilmiştir; bu seçeneklerden birincisi Trakya’nın ve Anadolu’nun bir kısmında küçük bir devlet olarak siyasal yaşamı sürdürmek idi. Ancak bu devletin Yunanistan, Bulgaristan, Rusya ve Ermenistan’ın gelecekteki baskılarının nasıl göğüsleyeceği, büyük bir tevekkülle “insan gücünün üstündeki sonsuz Tanrısal gücün” iradesine havale ediliyordu…..

İkinci seçenek olarak Anlaşma taslağının reddi halinde nelerle karşılaşılacağı değerlendirilmiştir: Anadolu’daki Millî Mücadele’ye ki, Osmanlı Hükûmeti onları “Kuvva-ı bâgîye” (başkaldıran, isyancı kuvvetler) diye tanımlıyordu, bu mücadeleye güvenilemeyeceği, bunun sürmesi halinde işgallerin Anadolu’ya yayılarak devletin geri kalanının da bölüneceği ve Osmanlı Devleti’nin sona ereceği değerlendirilmiştir.

Hükûmet’in kararlarında, Anlaşma’nın nasıl imzalanacağı ve nasıl onaylanacağı meselesi de konu edilmiştir; çünkü Kanun-ı Esasî’ye göre bu yetki Meclis’te idi. Fakat. Osmanlı Mebusan Meclisi 11 Nisan 1920’de feshedilmişti. Yeni seçimlerle yeni bir meclisin açılması da mümkün değildi. Bu durumda, yine Kanun-ı Esasî’nin, savaş ilânı ve barış yapma hakkını Padişah’ın yetkisinde bulundurduğundan bahisle Anlaşma’nın kabulü zorunlu görülmüştür.

Hükûmet, bütün bu değerlendirmelerde bulunmakla beraber Müttefikler’den son kez bazı düzenlemeler yapılması isteğinde bulunmaya karar vermiştir. Bu istekler şunlardı:

a- Batı sınırının Istranca-Çatalca hattı yerine Midye-Enez hattına alınması.

b- Tarafsız bölgenin, Marmara Denizi kıyılarından kaldırılarak, Boğazlar mıntıkasına münhasır kalması.

c- İzmir’in, Hamburg kenti türünden özgür bir kent durumuna getirilmesi.

d- İzmir ve Trakya ile ilgili teklifler reddedilirse, bu bölgelerin uluslararası bir yönetime bırakılması..

Daha sonra, toplantıya katılanlardan görüşlerini belirtmeleri istenmiş, konuşan üyeler genellikle Hanedan’ın asaletinden, Hilâfet’in saygınlığından, Padişah’ın akıllı tutumundan ve saltanatın kıyamete kadar yaşamasını niyaz eden konuşmalar yapmışlardır. Bazı üyelerin de, Anlaşma’nın imzalanmasına rağmen Anadolu’da uygulanamazsa ne olacağını sormaları üzerine Sadrazam, Anadolu’daki hareketin bastırılması için elbirliğiyle çalışmak gerektiğini söylemiştir.

Konuşmaların yeterli görüldüğü bir noktada Padişah tarafından, Anlaşma’ya imza koyulmasını kabul edenlerin ayağa kalkmasının istenmesi üzerine Şûrâ üyeleri tümüyle ayağa kalkmış, yalnızca Topçu Ferik (Tümgeneral) Rıza Paşa çekimser olduğunu söylemiş ve toplantı sona ermiştir..

Sadrazam Damat Ferit Paşanın anlaşma şartlarını yumuşatma teşebbüsü de başarısız olmuş ve nihayet Anlaşma, Paris’in Sevr mahallesinde Osmanlı delegeleri Hadi Paşa, Rıza Tevfik ve Reşat Halis Beyler tarafından imzalanmıştır (10 Ağustos 1920).

TBMM ise, anlaşmanın metni ve İstanbul Hükûmeti’nin tutumu tamamen ortaya çıkması üzerine, anlaşmaya karşı tavrını sert ve kararlı ifadelerle ortaya koymuştur: Milletvekilleri, anlaşma ile ortaya çıkan durumu güçlü ifadelerle eleştirmişler ve reddedmişlerdir. Bu milletvekillerinden Erzurum Milletvekili Necati Bey, bu anlaşma ile Avrupa’nın, zihinlerimizde oluşturduğu insanlık fikirlerinin artık geçersiz olduğunu, Avrupa’nın gerçek yüzünün bütün çirkinliğiyle ortaya çıktığını, anlaşma olarak teklif edilen kayıtların adaletle, hürriyetle, hukukla bağdaşmadığını ifade etmiş, İzmir’in hangi hakla Yunan’a verildiğini, İstanbul ve Kilikya’nın (Çukurova) hangi hakla bu hale getirildiğini sormuş, bu aşağılayıcı anlaşmayı imza etmeyeceklerini, Anadolu baştan aşağı “mezaristan” haline gelmedikçe teslim olmayacaklarını söylemiştir.[5] Saruhan Milletvekili Mustafa Necati Bey de, “Avrupa’nın sulhu yalancıdır, aldatıcıdır ve imza edilmeye lâyık değildir. Biz bütün kuvvetimizle isyan ediyoruz ve anlaşmayı tasdik etmeyeceğiz… Bu sulh paçavrasını bize uzattıkları vakit kanlı kılıçlarımızı göstereceğiz… İşte, size son cevabımız.” diyerek silâhlı mücadelenin kaçınılmazlığını dile getirmiştir.[6]

TBMM’de diğer konuşmalar ve tekliflerden sonra, 7 Haziran 1920’de alınan kararla, İstanbul’un işgal tarihi olan 16 Mart 1920’den itibaren İstanbul Hükûmeti’nce imzalanmış bütün anlaşmalar, sözleşmeler ve imtiyazlar, resmî kararlar, Mütareke şartları çerçevesinde imzalanmış bulunan gizli anlaşmalar geçersiz sayılmışlar ve tamamiyle yok hükmünde sayılmışlardır. Ayrıca Meclis, Misak-ı Millî’ye yemin ederek, Türk topraklarının paylaşılmasına izin vermeyeceğini de ilân etmiştir (18 Haziran 1920).

Sevr Anlaşmasının Önemli Hükümleri:

1- Osmanlı Devleti, İstanbul ve çevresiyle Anadolu’da küçük bir toprak parçasından ibaret olacak, fakat Osmanlılar anlaşma hükümlerine saygı göstermezlerse ve uymazlarsa, İstanbul ellerinden alınacak.

Osmanlı sınırları Trakya’da, Midye’nin çok daha doğusundan başlayarak Büyük Çekmece Gölüne inecek, bu hattın batısında kalan Trakya Yunanistan’a verilecekti.

Güney sınırları ise İskenderun Körfezi ile Antalya Körfezi arasında bulunan Karataş burnundan başlamak suretiyle Antep, Urfa ve Mardin’i dışta bırakarak Irak sınırına varacak.

2- Boğazlar savaş zamanında bile bütün devletlerin gemilerine açık bulundurulacak ve özel bayrağı ve bütçesi olan bir Avrupa komisyonu tarafından kontrol edilecek.

3- İngiliz, Fransız, İtalyan ve Japonlardan kurulacak bir komisyonun adlî kapitülasyonların yerine geçmek üzere, koyacağı bir usulü Osmanlılar kabul edecekler.

Kapitülâsyonlardan bütün müttefik uyrukları yararlanacak.

4- İngiliz, Fransız, İtalyan ve Osmanlılardan kurulacak bir komisyon Türkiye’nin servetini düzenleyecek, bütçe üzerinde son sözü söyleyecek, Türk parasının cins ve miktarını belirleyecek ve bu komisyonun onayı olmadıkça Osmanlı Devleti iç ve dış borç alamayacak.

Yıllık gelir bu komisyon tarafından, komisyonun ve işgal kuvvetlerinin masrafları, savaş sırasında zarar görmüş olan müttefik uyruklarının zararları için ayrıldıktan sonra, geri kalan Osmanlılar için harcanacak. Osmanlı üyeleri bu komisyonda yalnızca danışman olarak bulunacak.

5 - Azınlıklar her derecede okul açabilecekler.

6- Türkiye’nin askerî kuvveti 15.000’i jandarma olmak üzeri 50.000 olacak ve top bulunmayacak.

Subayların yüzde on beşini müttefik veya tarafsız devletler subayları oluşturacak. Zorunlu askerlik hizmeti olmayacak.

7- Osmanlı donanması sınırlı olacak, askerî uçak bulunmayacak. Türk Silâhlı Kuvvetleri müttefik komisyonların kontrolü altında olacak.

8- Anlaşmanın uygulanmaya başlamasından bir yıl sonra Kürt ahali, Cemiyet-i Akvam’a müracaatla Türkiye’den ayrılmayı çoğunlukla isterlerse ve Cemiyet-i Akvam Meclisi bunu kabul ederse Türkiye bu havalideki her türlü hukukundan vazgeçecek.

9- Doğu Anadolu’da kurulması tasarlanan Ermenistan sınırlarının tayini Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’a bırakılmıştı.

10- Hicaz bağımsız bir devlet olacak, Osmanlılar Mısır üzerindeki bütün haklarından vazgeçecek, Suriye, Irak ve Filistin için alınan bütün kararları da kabul edecek.

11- On İki Ada İtalyanlara, Akdeniz’deki öteki adalar da Yunanlılar’a bırakılacak.

12- İzmir Türk egemenliğinde kalacak, fakat Osmanlı Devleti egemenlik haklarını Yunanistan’a bırakacak, İzmir kalelerinden birinde Türk bayrağı dalgalanacak.

Yöresel bir meclis toplanacak ve beş sene sonra bu meclis bölgenin Yunanistan’a ilhakına karar verebilecek.

Ayrıca Suriye Fransa’ya ve Irak da İngiltere’ye veriliyordu. Adana vilayeti Kayseri ve Sivas yörelerine kadar olan Fransız nüfuz bölgesi, İzmir-Afyon hattının güneyinde kalan alan da İtalyanlar’ın nüfuz alanı olarak belirtilmişti.

13- Yunanistan da dahil olarak müttefik devletlerden, gerekse teşekkül eden devletlerden birinin (Ermenistan gibi…) uyruğuna girmek isteyen Türk tebaasından hiç kimseye, Türk Hükûmeti’nce engel olunmayacak ve yeni uyruğu kabul edilecektir.

14- Göç etmiş olduğu ileri sürülen Türk olmayan nüfusun yerlerine iadesi sağlanacaktı; Cemiye-i Akvam’ca başkanları tayin edilecek hakem komisyonları vasıtasıyla bu unsurların hukuku korunacaktı. Bu komisyonların isteği doğrultusunda azınlık unsurlarının zararları tazmin edilecekti.

Ayrıca Türk Hükûmeti azınlıkların parlamentoda temsilini temin edecek bir kanun projesini iki yıl içinde hazırlayacaktı.[7]

Sevr Anlaşması’na Tepkiler:

Osmanlı Hükûmeti açısından, bir eziklik duyguları içinde imzalanan anlaşma çaresiz bir katlanış olarak görülüyor, hepten yok olmaktansa küçük de olsa bir varlık halinde kalmanın iyi olduğuna inanılıyordu.

Sevr Anlaşması’nın imzalandığının ertesi günlerinde, bu haber ve anlaşma hakkında bilgiler İstanbul gazetelerinde verilmiştir; “Dersaadet Gazetesi” anlaşmanın imzalanışını, “Bugün Türkler’in matem günüdür.” başlığıyla haber veriyordu. “Vakit” gazetesi de, “Bugün Millî Matem Günüdür” başlığıyla haberi duyururken siyah bir çerçeve içerisinde, “ Barış Anlaşması’nın imzası haber alındığı günün ulusal yas günü sayılması önceden kararlaştırılmıştı. Bu karar uyarınca, bugün, ulusal yas günü sayılacak ve bütün İslâm ve Türk kurumları kapalı bulunacaktır. Saat birde her türlü taşıt araçları yas simgesi olarak beş dakika duracaklardır..”[8] yazısına yer veriyordu..

Mustafa Kemal Paşa ise, Sevr Anlaşması’na tepkisini şöyle dile getirmiştir: “İnsaf ve acıma dilenmekle ulus işleri, devlet işleri görülemez.. Ulusun ve devletin şeref ve bağımsızlığı sağlanamaz..İnsaf ve acıma dilenmek gibi bir ilke yoktur.. Türk ulusu ve Türkiye’nin gelecekteki çocukları bunu bir an bile unutmamalıdırlar..[9]

Şark Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa da, 17 Ağustos 1920’de TBMM’ye gönderdiği telgrafta, anlaşmanın imzalanmasının Saltanat Şûrâsı’nda kararlaştırıldığını, vatansız ve vicdansız kişilerin yine vatanla ve milletle alâkası olmayanlar adına Sevr Anlaşması’nı imzaladıklarını, Türkiye’nin varlığını söndüren bu anlaşmanın imzalanmasını kararlaştıranların ve imza koyanların vatana ihanetle suçlanmalarını, haklarında gıyaben hüküm verilmesini, bu vatansızların isimlerinin her yerde lânetle anılmasını teklif ediyordu..[10] Telgrafın Meclis’te okunması ve oylanması sonucunda, adı geçen kişiler vatan haini ilân edilmişlerdir..

Azınlıklar açısından “Sevr Anlaşması” memnuniyetle karşılanmıştı; onlar, Anadolu üzerindeki emellerine büyük ölçüde kavuşmuşlardı. İşgalci devletler açısından ise, artık “Şark Meselesi” çözümlenmiş sayılıyordu.

……………………………………….

Şimdi, Sevr’i, imzalanışının 90. yılında düşünme ve anlama zamanı; Sevr Anlaşması, Türkler tarafından geçersiz sayılan bir anlaşma olmakla beraber, hâlâ Türkiye toprakları üzerinde siyasal emelleri olanlar tarafından geçerliymiş gibi muamele görüyor ve bölücü talepler Sevr’e dayandırılıyor.. Türkiye’nin doğu vilâyetlerine “Batı Ermenistan” diyenler, bu taleplerinin meşruiyetini Sevr’den alıyorlar.. “Irak Kürdistan Bölgesi Anayasası”nın “Giriş” bölümünde Sevr Anlaşması’na atıfta bulunularak, “1920 yılında imzalanan Sevr Anlaşması’nın 62-64 nolu maddeleri Kürtlere self-determinasyon hakkını tanımasına rağmen, uluslararası çıkarlar ve siyasal dengeler Kürtlerin bu hakkı elde edip uygulamaya geçirmelerini engellemiştir. Sevr Anlaşması’na konulan maddelerin tersine, Güney Kürdistan (Türkiyenin güneydoğu toprakları da “Kuzey Kürdistan” (?) oluyor yani .) 1925 yılında, kendi halkının iradesi dikkate alınmadan, dört yıl önce, yani 1921 yılında kurulmuş olan Irak Devleti’ne müsadere edilmiştir……” demektedir.

Evet Türk milleti, tarihin çöplüğüne atıldı demekle olmuyor yani.. Devletine ve vatanına sahip çıkacaksın…


[1] Seha L. Meray – Osman Olcay, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Andlaşması, ilgili belgeler), Ankara 1977, s:7-30

[2] a.g.e, s:31-34

[3] a.g.e, s:33

[4] Seha L. Meray – Osman Olcay, a.g.e, s:38

[5] Kemal Yakut, “Mütareke Döneminde Yapılan Saltanat Şûraları”, http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=94

[6] a.g.y

[7] Kemal Atatürk, “Nutuk”. (1919 – 1927) TTK. Basımevi. Ankara. 1989. sf: 499 – 510, Ergun Aybars, “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I.” izmir. 1984. sf. 235 - 236

[8] Seha L. Meray – Osman Olcay, a.g.e, s: 41

[9] Seha L. Meray – Osman Olcay, a.g.e, s: IX

[10] Kemal Yakut, a.g.y