I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarında
CANİK SANCAĞI’NDA ERMENİ FAALİYETLERİ
Yrd. Doç. Dr. Nuri YAZICI*
“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
Mustafa Kemal Atatürk
Osmanlı Devleti’nin çok uluslu yapısı, XIX. yüzyıldan itibaren siyasal varlığı ve toprak bütünlüğü açısından sorunlar yaratmaya başlamıştı. Bu yüzyılda Avrupa devletlerinin sanayileşmeleriyle beraber ortaya çıkan sömürgecilik ve yayılma politikaları Osmanlı ülkesini ve Doğu Akdeniz havzasını Batılı devletlerin politik gündemine oturtmuştu.
XIX. yüzyılın sonlarına doğru milliyet politikalarının yeniden etkinlik kazanması, Avrupa devletlerinin politikalarına, Osmanlı toplumunun çok uluslu yapısından yararlanmak biçiminde yansımıştır. Bu politikalara XIX. yüzyıldan itibaren “Şark Politikaları” denmiş ve Osmanlı Devleti de bu politikaların hedefindeki “Hasta Adam” sayılmıştır.
Avrupa büyük devletleri, Osmanlı yönetimi altındaki etnik unsurlardan, kendi politik çıkarları doğrultusunda, millî isyanlarını destekleyerek ve Osmanlı Devleti’nden ayrılma politikalarını cesaretlendirerek yararlanmaya çalıştıkları gibi, Osmanlı ülkesini ele geçirmek ve paylaşmak yolunda dinden de yararlanmaya karar vermişlerdi.[1] Bu yolla Fransa, Rusya, İngiltere ve Avusturya Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışma imkânı buluyorlardı. XIX. yüzyılın sonlarına doğru özellikle Berlin Anlaşması (1878) öncesinde Avrupa devletleri nazarında artık Türk hükümetinin, gerçek bir devlet olarak tekrar ayağa kalkabileceğine inanılmıyordu.[2] Bu durum Osmanlı ülkesi üzerindeki çıkar çatışmalarına ve paylaşım teşebbüslerine cesaret vermiştir.
İşte, Ermeni sorunu da, Osmanlı politikasının gündemine bu dönemde girmiş ve Batılı devletler bu Hristiyan unsurdan kendi şark politikaları yönünde yararlanmaya çalışmışlardır.
I. Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde özellikle İngiltere, Ermeni unsurunu kullanmak suretiyle Osmanlı Devleti üzerinde siyasî bir baskı kurmaktaydı. Ayrıca Osmanlı ülkesindeki Hristiyanların koruyuculuğu politikasının tekelini de Rusya’ya kaptırmak istemiyordu.
Berlin Anlaşmasıyla Balkanlardaki rekabet hemen hemen sonuçlanmış ve Osmanlı Devleti bu bölgeden çıkarılmıştı. I. Dünya Savaşı sonunda ise Güney Kafkasya ve Doğu Anadolu önem kazanmaya başlamıştı; Mondros Mütarekesi’yle, Doğu Anadolu’da İngiltere’nin güdümünde bir Ermeni devleti’nin kurulacağı anlaşılmaktaydı. İngiltere’nin, Ermeni unsurunu destekleyerek Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurulmasını istemesinin nedeni de, Rusya’nın güneye inerek sömürge yolları üzerinde yaratacağı tehdide bir tampon oluşturmaktı.
Rusya ise kendi himayesinde bağımsız bir Ermenistan politikası izleyerek Anadolu’yu da Balkanlaştırmak siyaseti güdüyordu. Bu nedenle Rusya, I. Dünya Savaşı sırasında işgal ettiği kuzey doğu Anadolu kıyılarında ve Doğu Anadolu’da Türklere karşı Ermeni unsurundan yararlanma politikaları izlemiştir.
Avrupa büyük devletlerinin izledikleri ve genel olarak “Şark Politikaları” diye adlandırılan bu politikalar ve bağımsız Ermenistan politikaları Osmanlı Devleti’ndeki Ermeni teb’a arasında da destek bulmuştur. Böyle bir siyasal akım, büyük devletlerin desteği ve müdahaleleriyle yaratılmıştır: Çeşitli cemiyetler kurulmuş, Ermeni çeteleri işgalci devletlerin üniformaları altında silahlandırılarak Türklere karşı kullanılmıştır.
Karadeniz kıyısındaki Canik Sancağı da, Anadolu’da, kısmen Rum ve Ermeni unsurla yerleşik olan alanlardan biriydi: Canik Sancağı Trabzon vilayetine bağlı olup, XX. yüzyıl başlarında merkez Samsun (nahiyesi Kavak), Bafra (nahiyesi Alaçam), Ünye (nahiyesi Karakuş), Terme, Çarşamba, Fatsa kazalarından ve 965 köyden ibaretti.
I. Dünya Savaşı yıllarında ve Mondros Mütarekesi’ni takip eden günlerde bu bölgede daha çok siyasal amaçlı Rum çetelerinin faaliyetleri görülmekle beraber[3] özellikle I. Dünya Savaşı yıllarında Rusların yardımıyla harekete geçen Ermenilerin saldırı ve tecavüzleri de görülmektedir.
Nitekim, 20 Ekim 1916 Perşembe günü Rus donanması tarafından Terme sahiline çıkarılan silâhlı Ermeni çeteleri, Rusların da desteğiyle çok büyük katliam ve tahribat yapmışlardır.[4]
Ermeni eşkiyalarının Terme’ye yaptığı bu baskın sonunda katledilenler ve öldü diye bırakılarak yaralı olarak kurtulanlardan başka çok sayıda ev, dükkân, otel, kahvehane, fırın, tütün anbarı ve telgrafhane yakılıp yıkılmıştı.
Ayrıca Rus donanmasının bombardımanı sırasında Terme kasabasında muhacirlerden bir kişi, Ünye istikametindeki Miliç yöresinde de beş kişi şehit olmuştur; Hacı Kanberoğlu Kezban, Çolak Hasan’ın kızı Havva, İsmail Bey oğlu Bekir, Hacı Hasan oğlu Kemal kızı Hatice ve Hopa’lı Bektaş oğlu Dursun’un eşi Binnaz bu bombardıman sırasında, Miliç mevkiinde şehit olmuşlardır.[5]
Silâhlı Ermeni eşkıyalarının Terme kasabasına girmeleri sırasında yine bir asker, aynı eşkıya grubunun Miliç yöresindeki şekaveti sırasında da Beyastan oğlu Yusuf adlı bir kişi şehit edilmiştir. Bu eşkıya grubunun Terme Hükümet binasını yakmaları sırasında da bir kişi ölmüş, iki kişi de yaralanmıştır. Böylece bu baskında yaralı ve şehit olanların sayısı 11’e ulaşmıştır.
Ermeni eşkıyaları yaptıkları bu baskında beraberlerinde 19 kişiyi de götürmüşlerdir. Bunlar beş kişilik ailesiyle beraber Demirci Kosti ve iki kayınbiraderi, Ünye’li Ermeni mühtedîlerden Terzi Maksut ve yedi kişilik ailesiyle beraber eskici Ohannes idi. Ayrıca kasabadan Hacı Ali oğlu Hasan’ın kızı Firdevs ile yine kasabadan Dayı oğlu Hasan’ın kızı Satiye de zorla götürülenler arasındaydı...[6]
Bu olaylardan ve tahribatlardan sonra Terme’de meydana gelen zarar ziyanı belirlemek üzere bir komisyon kurulmuştur. Bu komisyonun tespitlerine göre, 41 ev, 10 kahvehane, 25 dükkân, 6 otel, 4 fırın, 2 mağara, 1 telgrafhane ve 1 tütün anbarı yakılmıştı. Yakılan bu binaların kıymeti komisyonca 931.000 kuruş olarak tespit edilmiştir. Bu yangınlarda ve yağmalarda yok edilen ev eşyalarının kıymeti için, yine aynı komisyonca 885.990 kuruş, dükkân eşyalarının kıymeti olarak 1.138.500 kuruş, zahire kıymeti olarak da 144.150 kuruş takdir edilmiştir. Böylece Ermeni eşkıyasının bina ve hane eşyalarını yakarak ve yok ederek verdikleri zarar ziyanın bedeli 3.100.000 kuruşa çıkmıştır.
Dahiliye Nezareti’yle yapılan yazışmalardan ise, esir edilip götürülenlere mukabil daha sonra Rusya teb’asından 20 kişinin tutuklandığı anlaşılmaktadır. Bu yazışmalarda, zarar ziyana mukabil tazminat için ne gibi bir işlem yapılacağı da soruluyordu. Verilen cevapta ise, askerler savaş sırasında ölmediklerinden, esir gidenlerden de, kendi isteğiyle gidenleri ayırt etmek mümkün olmadığından tümü hakkında “mukâbele-i bi’l misl”e karar verildiği belirtilmektedir.
Bolşevik İhtilali ve Rusya’nın I. Dünya Savaşı’ndan çekilmesi “Şark Politikası”ndaki dengeleri ve paylaşım hesaplarını değiştirmiştir ama, bu yeni durum Ermeni sorununu gündemden düşürmemiştir. Bu sefer İngiltere, Ermeni himayesini üstlenmiştir. Gizli anlaşmalarla Rusya’nın payına düşen bölgelerde bu defa bir Ermenistan projesi gündeme getirilmiştir. Mondros Mütarekesi’nin 24. maddesi bu politikanın kanıtı niteliğindedir.[7]
Ermenilerin yıkıcı faaliyetleri ve Ermeni çetelerinin saldırı ve tecavüzleri Mütareke sonrasında ve Millî Mücadele yıllarında da devam etmiştir. Bu dönem, bütün Anadolu’da siyasal bir belirsizliğin ve kargaşalığın yaşandığı bir dönemdi. Mondros Mütarekesi’nden sonra İstanbul Hükümeti’nin, millî varlığı koruma yolundaki yetersizliği Ermeni ve Rumları cesaretlendirmiş ve azınlıklar, Osmanlı Devletiyle teb’a bağlarını koparmışlardı. Anadolu’da, adeta Türk halkına karşı ilân edilmemiş bir savaş sürdürülüyordu.
Ermeni faaliyetleri, esas itibariyle Doğu Anadolu’da yoğunlaşmış olmakla beraber, bu bölgenin denize açılan limanları durumunda olan Trabzon, Giresun, Samsun yörelerinde de görülmekteydi.[8] Bu bölgedeki Ermeni saldırı ve tecavüzleri tamamen Rumların hazırlığı gibi idi. Bu Hristiyan unsurlar, açık ve gizli faaliyetleriyle kendi politik amaçlarını ve Osmanlı Devleti’nin bir an evvel çökmesini sağlamak için çalışıyorlardı.[9] Ancak Mütareke sonrasının işgal günlerinde ve azınlıkların saldırıları karşısında Anadolu’nun diğer bölgelerinde olduğu gibi Doğu Karadeniz Bölgesi’nde de, Türk halkının millî varlığını korumak için teşkilâtlandıkları görülmekteydi.
İngilizlerin, 9 Mart 1919’da, Samsun’u işgalleri ve bu durumu Havza, Merzifon’a doğru genişletmeleri bölgedeki azınlıkları cesaretlendirmişti.
19 Mayıs 1919’da ise Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gelmesi ve bölgede, Müdafaa-i Hukuk faaliyetlerini destekleyici tutumu, Türk halkı arasında umut ve geleceğe güven yaratmıştı.
Böyle bir ortamda, bölgedeki Türklerin malını, mülkünü ve ailesini geride bırakarak, Millî Mücadele’ye katılması, azınlıklara fırsat vermişti: Köylerde daha çok yaşlılar, kadınlar ve çocuklar kalmıştı. Bundan yararlanan ve Rusya’dan silahlı olarak dönen Ermeni çeteleri Ünye’nin Kiraztepe, Üçpınar, Köklük, Havzıkara, Ballık köylerine baskınlar düzenleyerek ahaliyi katletmişlerdir. Aynı şekilde Manastır Köyüne gelen Ermeni çeteleri ahaliden bazılarını kurşuna dizdikleri gibi, bir kısmının da başlarını keserek kazığa takmışlardır. Ünye Jandarma Bölüğü Komutanı Yüzbaşı Ahmet Halit’in 9 Eylül 1919 tarihli raporundan, genel harbe katılarak evini ve ailesini geride bırakan Müslüman Türk erkeklerinin yokluğundan yararlanarak, Rusya’dan öteden beri silâhlı olarak dönen Ermeni çetelerinin köyleri basarak, büyük katliamlar yaptıkları anlaşılmaktadır.[10]
Bu eşkıyalar, köylere yaptıkları baskınlardan başka “kenar ve bucakta, dağ ve ormanda” tesadüf ettikleri Müslüman erkek, kadın ve çocukları da katletmekteydiler.
29 Ağustos 1919 tarihinde Köklük köyünden Ermeni Avadis, arkadaşı Karahoca, Sürup, Asador, Kalos, Artin, Vartan, Vesken, Avakim, Misak, Çökükburun Akaryan, Atan ve diğer arkadaşları tarafından Manastır köyünün girişine pusu kurulmuştu. Bu pusuda eşkıya çetesi Haşim Çavuş ve kardeşi Nuri’yi, Emrullah oğlu Emrullah’ı, Baltacıoğullarından Mehmet oğlu Mehmet’i katletmişlerdir. Bu çatışma sırasında karşılık veren köylüler tarafından Ermeni eşkıyadan da Avadis vurularak öldürülmüştü.
Aynı raporda, adları geçen Ermeni eşkıyanın faili oldukları katl olayları da şöyle sıralanmaktadır:
1. Manastır köyünden Kapucuoğullarından İbrahim oğlu Ali, Köklük köyünden Kara Kâhya oğullarından Sürup tarafından ailesinin gözü önünde öldürülmüştür.
2. Yine aynı köyden Delibaşoğlu Tahir Çavuş, Avadis ve Sürup tarafından ailesinin gözü önünde kurşunlanarak öldürülmüştür.
3. Yine aynı köyden Hatip oğlu Çakır Mustafa, amcazâdesi Recep, gelini Şerîfe, diğer gelini Hamide ve yeğeni Emine aynı çeteden Sürup, Avadis, Atan, Asador, Kalust, Avakim, Vartanis adlı eşkıyalar tarafından evleri içinde kurşunlanarak katledilmişlerdir.
4. Aynı köyden muhtar Tunukluoğlu Halil Çavuş, yine aynı Sürup ve diğer eşkıya arkadaşları tarafından başı kesilerek öldürülmüş ve başı kazığa takılmıştır. Şimdiki muhtar Mustafa ise “fidye-i necât” (can kurtarma parası) karşılığında salıverilmiştir.
5. Köyün hatîbi Kabakçıoğlu Mustafa Efendi, yine Sürup ve arkadaşları tarafından evinden çıkarılmış, nakit parası ve hayvanları gasbedildikten sonra köy içerisinde kurşunlanmak suretiyle öldürülmüştür.
6. Kenehur’da yerleşik olduğu halde, Manastır köyüne bir iş için gelen Şiranlı Ahmet, yine Sürup tarafından kurşunlanarak öldürülmüştür.
7. Manastır köyünden Kapucuoğlu İbrahim Çavuş’un eşi Fatma, tarlada çalışmakta iken yine Sürup tarafından kurşunlanarak katledilmiştir.
Sözü edilen Manastır köyü girişindeki pusuda, çatışma sırasında öldürülen Avadis’in cesedini Köklük köyüne getiren Ermeni çeteler, bunu bahane ederek Samsun’daki İngiliz mümessili Pearing’e şikâyette bulunmuşlardır. Mümessil Pearing, bu şikâyete dayanarak, Mutasarrıflığa yazdığı 6 Eylül 1919 tarihli bir yazıyla Ünye kaymakamı ve jandarma komutanını hiçbir şey yapmamakla suçlamıştır.
Bu yazıda Ünye civarındaki Köklük köyünde Ermenilerin evlerinde hapis kaldıkları, dışarıya çıkmadıkları, hatta Avadis adlı bir Ermeninin öldürüldüğü iddia edilmekte idi. Halbuki sözü edilen Avadis, 29 Ağustos 1919’da Manastır köyünün yakınında pusu kuran Ermeni eşkıyasından biri idi ve buradaki çatışmada vurularak ölmüştü. Diğer eşkıya arkadaşları da cesedi Köklük köyüne getirmiş, güya Köklük köyünde Müslümanlar tarafından vurulmuş gibi hükümete ihbarda bulunmuşlardı.
Nitekim, 10 Eylül 1919’da Mümessil’e verilen cevapta, alınan resmî bilgilerin kendisinin bildirdiği gibi olmadığı, Köklük köyünün bir eşkıya yatağı olduğu, adı geçen Ermeni ile birlikte arkadaşlarının pusu kurması sonucu dört Müslümanın öldürüldüğü ve Müslümanların bu tecavüze karşı kendilerini korumaları esnasında eşkıyanın reislerinden olan bir şahsın ölmesinin gayr-î tabiî bir hal olmadığı belirtiliyordu.[11] Ancak yine de bu olaydan sonra devlet, Manastır köyünün güneyinde bulunan bir evi karakol haline getirip, on iki erlik bir kuvveti buraya yerleştirmiştir. Bunun üzerine eşkıyadan çekinip, katledilmekten korkarak çocuklarıyla ormana gizlenen Türk köylüleri de tekrar evlerine dönebilmişlerdir...
Bölük komutanı Yüzbaşı Ahmet Halit’in sözü edilen raporunda, bu asayişsizliğin sebeplerine ve alınması gereken tedbirlere de değinilerek “yapılan bunca feci cinayete karış hükümet ya haberdar edilmemiş veyahut edilmişse de hükümet, şevket ve satvetini bu yörelere getirememiş olduğundan bunlar da gün be gün kuvvetlerini artırmış ve bu suretle masum ahâlinin başına kaçınılmaz bir belâ kesilmişlerdir.” denilmektedir.[12]
Aslında bu değerlendirme Anadolu’nun her yeri için geçerlidir. Çünkü Mondros Mütarekesi hükümleri savaşı sona erdirmemiş, bir barış ortamı getirmemişti. Adeta Anadolu’nun istilâsını ve paylaşımını kolaylaştırmak için Osmanlı Devleti’nin ve Türk halkının dayanma gücünü ortadan kaldırmıştı. Bu özellikleriyle Mondros Mütarekesi, “Şark Politikası”nın bir uygulaması ve yaratılmaya çalışılan Ermeni sorunu da bu politikanın bir parçasıydı.
Yüzbaşı Ahmet Halit Bey’in raporu bir gerçeği daha tespit etmesi bakımından dikkate değerdir: Bu raporda “Şurasını arz edeyim ki, bugün kuvvetli bir müfreze ile bu canilerin takibine çıkıp, gerektiğinde silahlı çatışma ile birkaç tanesi ölü ele geçirildiği anda birçok baskı ile Türkler tarafından yine katle maruz kaldıklarını yabancılara karşı feryada başvuracakları şüphesizdir.”[13] deniliyordu.
Gerçekten de öyle olmaktaydı. Bu nedenle aynı dönemde bir taraftan Ermeni ve Rum çetelerinin saldırılarına karşı Türk halkının dayanma gücü artırılmaya çalışılırken, bir taraftan da Batı kamuoyunun yanlış bilgilenmesini önleme faaliyetleri de sürmekteydi.
Bu faaliyetlerden olarak Millî Mücadele yıllarında meydana gelen tecavüz, tahribat ve katliamlar resmî yazışmalara geçirilerek tespit edilmiştir.
Mustafa Kemal Paşa’nın, 1 Mart 1923’te TBMM’nin dördüncü toplanma yılını açarken yaptığı konuşmasında, bu çalışmaların önemsendiği ve üzerine düşüldüğü görülmektedir.
Bu konuşmasında Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’da Müslüman Türk halkına kaşı yapılan, bir örneği daha olmayan zulüm ve vahşetin tespitine ve belgelendirilmesine çalışıldığını belirtmekte, tespit olunanların yayımlanarak peyderpey medenî dünyaya sunulduğunu ifade etmekteydi.[14]
Ayrıca bölgelerdeki tahkikat komisyonlarının raporları, katliama uğrayan halkın heyetler önünde verdikleri yeminli ifadeler, bölgelerdeki askerî ve mülkî yetkililerin raporları, Kızılay yetkililerinin ve adlî makamların raporları, yabancıların günlükleri ve raporları bu araştırmaların kaynakları olmaktaydı. Bu sayede, Türk halkının uğradığı haksızlıklar ve zulümler bugün belgelenebilmektedir.
Sonuç olarak, Anadolu’nun bütününde olduğu gibi Canik Sancağında Rum faaliyetlerinin yanısıra Ermeni çete faaliyetleri ve katliamları, Türk halkını yılgınlığa ve teslimiyete zorlamak amacını gütmektedir. Bölgede Türk devletinin hükümranlığını ve egemenliğini işlemez hale getirerek bir asayişsizlik sorunu yaratılmak istenmektedir. Böylece Mütareke hükümlerine göre büyük devletlerin askerî müdahaleleri sağlanacak, batılı devletler ve kamuoyu bu sorunun çözülmesi gereğine ikna edilmiş olacaktır. İşgalci devletlerle olan din bağları, Hristiyanlık da bu politikaya destek unsuru olmuştur... Yine böylece, Batı kamuoyunun maddî ve manevî desteğini sağlamak ve Anadolu’ya yönelen işgal ve paylaşma politikalarına haklılık kazandırmak amacı güdülmüştür.
Bu siyasal ortamda Ermeni unsur, özellikle İngiliz ve ABD desteğiyle bağımsız bir devlet olma politikalarını sürdürmektedir. Fakat bu politikalar, Türk milletinin yeniden yaşama azim ve iradesi karşısında ve Kurtuluş Savaşı’nın askerî bir zaferle sonuçlanmasıyla başarısızlığa uğratılacaktır.
DİPNOTLAR
* Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi (nuriyazici@bahcesehir.edu.tr )
1. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi V, Ankara 1970, s.225
2. Fahir Armaoğlu, Siyasî Tarih 1789-1918, Ankara 1961, s.380
3. Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, I, Ankara 1970, s.17; Cevdet R. Yularkıran, Reşit Paşa’nın Hatıraları, 1939, s. 18; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, Ankara, 1961, s.13; Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, XII/43 (1963), Vesika: 1011
4. T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi, Ermeniler Tarafından Yapılan Katliam Belgeleri (1914-1919) I, Ankara 2001, s.177-189
5. a.g.e, s. 177-189
6. a.g.e, s. 177-189
7. Seha L. Meray – Osman Olcay, Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Anlaşması, ilgili Belgeler), Ankara 1977, s. 4
8. H. Erdoğan Cengiz (Hazırlayan), Ermeni Komitelerinin A’mal ve Harekât-ı İhtilâliyesi –ilân-ı Meşrûtiyyet’ten Evvel ve Sonra, Ankara , 1983, s. 252 ve 297; Ayrıca bakınız: İsmet Binark, Ermenilerin Türklere Yaptıkları Mezalim ve Soykırımın Arşiv Belgeleri, Ankara, 2001
9. Atatürk, Nutuk, s. 2
10. T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi, a.g.e., s. 765-769
11. a.y.s. 765-769
12. a.y.s. 765-769
13. a.y. s. 765-769
14. A.S.D.I, s.30
Thursday, December 6, 2007
YUNANİSTAN’IN YENİ PONTUSÇULUK POLİTİKALARI
YUNANİSTAN’IN YENİ PONTUSÇULUK POLİTİKALARI
Nuri YAZICI(*)
Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu’nun hazırladığı Türkiye 2006 İlerleme Raporu Taslağı’nda Süryani soykırımı iddialarıyla beraber Pontus soykırımı iddiası da gündeme gelmiş ve AB müzakerelerinde yeni bir sorunla, daha doğrusu yeni bir şartla daha karşılaşacağımız anlaşılmıştır.
Pontus sorununun mahiyeti ne idi ve nasıl ortaya çıkmıştı?
Pontusçuluk faaliyetleri ilk kez XIX. yüzyıl sonları ve XX. yüzyıl başlarında Yunan aydınları tarafından dile getirilmiş ve haritalar yayımlanmıştır. Bu faaliyetler, Megali İdea denilen “Büyük Yunanistan” stratejisinin bir parçasıydı. Bu strateji, dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan toprak ilhak etmek biçiminde gerçekleşiyordu. Nitekim Yunanistan, kuruluşu da dâhil olmak üzere daha sonraki yıllarda yaptığı toprak ilhaklarının hiçbirini kendi askerî başarısı sonunda sağlamamıştı. I.Dünya Savaşı sonrasındaki Osmanlı yenilgisinden de aynı strateji çerçevesinde yararlanmaya çalışmış ama bu macera onun için büyük bir felâketle sonuçlanmıştı.
I.Dünya Savaşı, öncesi ve sonrasıyla imparatorluk coğrafyasında büyük nüfus ha- reketlerine de sahne olmuştur; Balkanların kaybedilmesiyle buralarda kurulan yeni devletlerin izledikleri “Etnik temizlik” politikaları bölgenin Müslüman halkını Anadolu’ya göçe zorlarken, aksi yönde, yeni kurulan millî devletlerine doğru da bir Bulgar, Rum göçü görülmekteydi. Ermenilerin ise, Doğu Anadolu’da bir Ermenistan kurulacağı yönünde siyasî ümitleri iyice artmıştı.
I.Dünya Savaşı’ndan sonra bu göçün yönü değişti; İzmir’in işgaliyle beraber, Yunan ordusunun himayesinde yaklaşık 120 bin Rum göçmen Batı Anadolu’ya yerleştirilirken, miktarı kestirilemeyecek bir kitle, Müslüman Türk nüfus Anadolu içlerine göçmüş, bir o kadar nüfus da Yunanistan’daki ve adalardaki esir kamplarına götürülmüşlerdir.
Yunanistan, Mütareke sonrasında, Oniki Ada, Kıbrıs, Trakya, Batı Anadolu kıyıları ve İstanbul dışında Anadolu’nun kuzey kıyılarını da istemekteydiler! Nitekim Yunanistan Başbakanı Venizelos, Yunan ordusunun İzmir’i işgalinden sonra savaş hedefleri arasında,”Pontus’ta ayrı bir devlet kurmak”hedefine işaret ediyor ve “Bu devlet Ermenistan ve Gürcistan ile işbirliği yapmak suretiyle İslâmlığa ve icabında Rus em- peryalizmine karşı sağlam bir set teşkil edecek. Yunanistan’ın elyevm sahip bulunduğu kuvvetler bu seferin tam bir başarıya ulaşmasını temin için yetecektir.” diyordu.
Anadolu’nun kuzeydoğu kıyılarındaki bazı Rumlar da,”Pontus Rumlarını temsil ettikleri” iddiasıyla İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri’ne gönderdikleri bir öner- gede,”Rum Karadeniz Cumhuriyeti” kurulmasını istemekteydiler. Bir taraftan da, kuzeydoğu Anadolu kıyılarının nüfus yapısını değiştirme politikaları da sürmekteydi; bölgenin eski halkı olduğu iddiasıyla Rumlar, bu kıyı bölgesine yerleştirilmek isteniyordu. Muhacir görüntüsüyle yerleştirilmek istenenler aslında Rum çeteleriydi ve bunlar Yunan Kızıl Haç’ındaki subaylar tarafından yönetiliyorlardı.
Anadolu’nun belirli yerlerine Rum nüfusunun yı programın parçası olduğu Osmanlı hükûmetince de anlaşılmakla beraber, mütarekenin getirdiği şartlarda çözüm diplomatik temaslarda aranmaktaydı.
Yunan ordusunun yenilerek, Anadolu’yu bir bozgun halinde terketmesi sırasında, onunla birlikte gelen ve evvelce buralarda bulunan Rum halk da Anadolu’dan çekilmeye başlamıştı. İzmir ve İstanbul gibi liman kentlerine yığılan bu Rum halk, bulabildiği vasıtalarla adalara, karşı kıyıya sığınmaya çalışmışlardır. Karadeniz kıyılarında bir Pontus devleti emeliyle başlatılan silâhlı ayaklanma da büyük Türk zaferi karşısında başarısızlığa uğramış, Rum çeteleri bölgeyi terk etmek zorunda kalmışlardır.
Lozan Anlaşması’nın eklerinden olup 30 Ocak 1923’te imzalanan,”Türk ve Rum Nüfus Mübadelesi’ne İlişkin Sözleşme ve Protokol” ile Türkiyedeki Rum-Ortodoks dininden Türk uyruklular ile Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyrukluların zorunlu değişimi kararlaştırılmıştı. Daha sonraki yıllarda, bu değişimin, Yunanistan’daki Türklere bir misilleme olarak yapıldığı, o zamanın Başbakanı Venizelos tarafından yapılan bir açıklamadan anlaşılacaktır. Venizelos Mart 1929’da yaptığı açıklamada, mübadelenin,”Rum ve Müslüman halklarının ve bu halklara ait malların mübedelesi için değil, Rumların Türkiye’den kovulmalarına karşılık Müslüman nüfusun Yunanistan’dan ayrılması için” yapıldığını ifade etmiştir. Görüldüğü gibi Türkiye, savaş sonrası insanî bir sorunu çözmeye çalışırken Yunanistan hâlâ intikamcı politikalarla hareket etmektedir.
I.Dünya Savaşı’ndan sonraki barış ve ittifak yıllarına rağmen,1980’li yıllardan bu yana Yunanistan’ın Pontus’çu faaliyetleri yeniden siyasetin gündemine girmiş, Türkiyeye ve Türk milletine karşı bir düşmanlık politikaları izlenerek “katliam” ve “soykırım” iddiaları ortaya atılmıştır!
Türkiye,1980’e kadar olan dönemde, Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra ağır bir ABD ambargosuyla karşılaşmış ve içte politik bir bölünme yaşamıştı.1980’li yıllarda ise, ayrılıkçı/bölücü siyasetler ve bu politik ortamın yarattığı müdahalelerle karşılaşmıştı. Önce ASALA, daha sonra da PKK terörü Türkiye’yi içte ve dışta zor duruma sokmuştu. Ülkenin çeşitli ihtiyaçları ve kalkınması için harcanması gereken maddî kaynakların terör ve şiddet eylemlerinin bastırılması ve asayişin yeniden sağlanması için harcanmaya zorlanması Türkiye’nin kaynaklarını tüketme politikalarının bir parçası olmuştur. Böyle bir dönemde Türkiye, AB’ye giriş başvurusu yaptığında, adeta AB ülkelerinin çeşitli bahanelerle müdahalelerine açık bir hale gelmiştir. Özellikle “Sosyal Mozaik” politikalarıyla Türk milletinin, çeşitli ve doğruluğu şüpheli açıklamalarla kavim, kabile, aşiret, mezhep, cemaat, bölge, göç mensubiyetleri gibi aidiyetlerle sosyal ve millî bünyesinin zaafa uğratıldığı görülmektedir.
İşte, XX. yüzyılın sonları ve XXI. yüzyılın başlarındaki böyle bir ortamda Yunanistan tarafından Türkiye’ye yönelik yeni bir Pontusçuluk politikası izlenmeye başlanmıştır.
Yunanistan’da, önce bilim ve sanat çevrelerince, daha sonra politik çevrelerce bir “soykırım”(!) iddiası ortaya atılmış, Anadolu’dan “Kaybedilmiş vatan” diye söz edilmiş, Türk İstiklâl Savaşı’ndaki Yunan yenilgisi “Helen Soykırımı”(!) diye propaganda edilmiştir. Anadolu’nun Doğu Karadeniz kıyılarının, Eski Çağ’daki adıyla tanımlanmasında ısrarcı olunup, siyasî iddialara bir coğrafya yaratma gayretine girilmiştir.
Yunanistan tarafından, bu “Pontusçuluk” ve “soykırım” propagandaları ve iddialar ABD ve AB kamuoyunda, her plâtformda dile getirilerek bir genel kanaat, bir genel kabul oluşturma siyaseti izlenmiştir. Türkiye’nin AB müzakere sürecinde de, bu yönde baskılar yaratılmaya çalışılmış, Türkiye’nin önüne yeni yeni talepler çıkarılmıştır.
İlk kez 1982 yılında Selanik’te,26 Eylül–3 Ekim tarihleri arasında,”Anadolu Faciasının 60.Yıldönümü” adıyla bir konferans düzenlenmiş ve Konferansın amacının “Karadeniz-Pontus ile Anadolu’nun diğer yörelerindeki Rumluğu, Rum kültürünü, gelecekte jeopolitik statü değiştiğinde Megali İdea’nın tahakkukunun mümkün olup olmayacağını tartışmak” olduğu belirtilmiştir.
1922 Büyük Türk Zaferi’nin 60.yılında hazırlanan,”Anavatanları Özgürlüğe Kavuşturma Uluslararası Komitesi” tarafından dağıtılan haritada da, Türkiye Ankara ve çevresinden ibaret gösterilirken, Türkiye’nin geri kalan toprakları Yunan, Pontus, Ermenistan ve Kürdistan olarak gösterilmektedir. Hatay ve İskenderun çevresi de Suriye’ye ait gösteriliyordu.
Harita, bu haliyle Sevr’deki taleplerin daha da ilerisine gidildiğini göstermekten başka, Türkiye’nin karşısındaki işbirliği cephesini de göstermektedir.
Bundan sonraki yıllarda, her 10 Kasım’larda ve 19 Mayıs’larda Yunanistan’da gösteriler düzenlendiği, Türkiye ve Türklük aleyhine bir gerilim politikası izlendiği görülmektedir. Atatürk’ün Samsun’a çıkış tarihi olan 19 Mayıs’ın Pontus soykırımının(!) başlangıcı olduğu iddia edilmiştir.
Önceleri bu gösteriler ve iddialar tarihsel bir mağduriyetten kaynaklanmış ve halkın talepleri ve tepkisiymiş gibi ortaya konmak istenmiştir. Siyasî ortamın olgunlaşma noktasına geldiği kanısına varıldığında da, bu iddialar parlamento kararı haline gele- rek siyasî talepler biçimini almıştır.
Karadeniz Mübadil Rumları’nın, 31 Temmuz–7 Ağustos 1988 tarihleri arasında, Selanik’te, ”Pontus’lular II. Dünya Kongresi”ni topladıkları görülmektedir. Kuzey Yunanistan Televizyonu’na bir demeç veren “Yunanistan Pontus Dernekleri Birliği” ve Kongre Organizasyon Komitesi Başkanı Tanimanidis, Kongrenin amacının,”Pontus kökenli kültür mirasını korumak ve Karadenizli gençliğe tarihi ve olayları öğretip Pontus Rumluğu ülküsünü canlı tutmak olduğunu” belirtmiş ve Karadeniz Bölgesini kastederek, Türkiye’de gizli Hıristiyanların bulunduğunu iddia etmiştir.
Kongre’nin açılışıyla beraber, Yunanistan’da Türkiye aleyhine bir “Pontus kampanyası” başlatılmıştır. Kongre’nin açış konuşmasını Başbakan Papandreu yapmış ve Türkiye’ye karşı sert bir üslûp kullanmıştır. Kongre’ye katılan, Yunanistan’ın diğer siyasî parti temsilcileri de, Osmanlı dönemindeki Rum isyancılar ve örgütler lehine konuşmalar yapmışlar, o zamanki Fener Rum Patriği Dimitrios da bir kutlama ve başarı telgrafı göndermiştir. İktidar partisi PASOK’un Merkez Yönetim Kurulu üyesi Mihalis Haralambidis de Kongre çalışmaları ile ilgili olarak “Pontus Helenizm’inin hedefi, Pontus’luların soykırım davası için uluslar arası bir mahkeme kurulmasını sağlamak olmalıdır.” demiştir.
Yunanistan’ın Ta Nea gazetesinde,3 Mayıs 1990 günü yayımlanan bir haberde “Pontus Araştırma Derneği”nin,19 Mayıs gününün Birleşmiş Milletler’ce soykırım günü olarak kabul edilmesini istediği belirtilmekte ve 1916–1923 tarihleri arasında 350 bin Pontus’lunun Türkler tarafından öldürüldüğü iddialarına yer verilmekteydi. Hâlbuki ”Türk istatistiklerine göre Trabzon ilinde 60 bin Hıristiyan ve 317 bin Müslüman, Giresun’da 10 bin Hristiyan ve 169 bin Müslüman, Samsun’da ise 60 bin Hıristiyan ve 180 bin Müslüman nüfus vardı.”
Hristiyanların yalnız Rumlardan ibaret olmadığı düşünülürse, bugün ortaya atılan bu rakamların, tıpkı Ermeni meselesinde olduğu gibi propaganda amaçlı olduğu, ileriki yıllarda artışlarla tekrarlanacağı tahmin edilebilir.
Yunan kamuoyunda yaratılan bu Türk ve Türkiye düşmanlığı doğal olarak parlamentoya da yansımıştır. Sivil toplum hareketleriyle gündeme gelip, sanat ve bilim çevrelerince kamuoyuna mal etme aşamalarından sonra konu parlamentoya intikal etmiş ve Yunanistan Parlamentosu 24 Şubat 1994’te “19 Mayıs” gününü,”Pontus Rumları’nın Türklerce Katlini Anma Günü” olarak kabul ve ilân etmiştir.
1996’da, Yunanistan’da yaşayan Karadeniz Bölgesi mübadil Rumlarını, Karadeniz kıyı ülkelerinde yaşayan Rumları birleştirmek, bir araya getirmek amacıyla Gürcistan’ın Batum kentinde ve Trabzon’da birer toplantı yapmak girişiminde bulunulmuştur. “Karadeniz Helen Toplulukları Fedarasyonu I. Kongresi” adı altında toplanması tasarlanan ve Sümela Manastırı’nda gerçekleştirilmesi programlanan toplantıya, Türkiye’ye karşı düşmanca tutumlarıyla tanınan çeşitli örgütler ve Yunan siyasî temsilcilerinin dışında Karadeniz’e kıyı ülkelerde yaşayan bazı Rumların “turist” kimliğiyle katılacakları öğrenilmiştir. Nitekim bu kongre gerçekleştirilmiş ve “Kutsal Sümela Yortusu”na denk gelen 15 Ağustos günü, toplam 220 kişi gruplar halinde Trabzon’a gelerek, Sümela’da (Altındere Millî Parkı) bir ayin yapmışlardır.
Haziran 1997’de ise, Yunan Meclis Başkanı Apostolos Kaklamanis tarafından İskeçe’de bir “Pontus Anıtı’nın açılışının yapıldığı görülmektedir. Buna Türkiye’nin tepkisi sert olmuş ve Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ömer Akbel, ”Yunan kamuoyunda Türkiye düşmanlığını körüklemeye çalışan Yunanistan, Pontus Anıtı ile Türkiye’ye karşı hasmane duygularını bir kez daha ortaya koymuştur.”demiştir. Bu anıtın üzerindeki harita ve simgeler, Türk toprakları üzerindeki Yunan emellerini ortaya koymakta idi. Türkiye’nin bu tepkisine, 20 Haziran 1997’de Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Konstantin Bikas, Yunanistan’ın, tarihinin bir parçasını oluşturan Pontuslu Yunanlıların soykırımını unutmasının söz konusu olmadığını ifade etmiş ve Türkiye’yi tahrikçilikle ve yayılmacı politikalar izlemekle suçlamıştır!
Uluslararası siyasî plâtformlar da Yunanistan tarafından Pontus’çu propagandalar için kullanılmaktadır. 6 Ekim 1998’de Varşova’da AGİT çerçevesinde,”İnsancıl Konular” başlıklı bir konferans gerçekleştirilmiştir. Konferans sırasında Veraka Graf, Varoujan Attarian ve Mihailis Haralambidis tarafından “Halkların Hakları ve Kurtuluşları İçin Uluslararası Hareket Birliği” adına hazırlanan bildiride “Pontus’çuluk” dile getirilmiştir. Bu bildiride, Kuzeydoğu Anadolu kıyılarında bir “Pontus halkı”nın yaşadığı, bu halkın 1916–1923 yılları arasında kovma ve soykırıma maruz kaldığı, bu halkın Türk devleti tarafından Müslümanlaştırıldığı ve asimile edildiği iddia edilmekteydi.
Yunanistan, Türkiye’ye yönelik bu politikasını, sivil toplum kuruluşları düzeyinde, geniş bir şekilde örgütlenerek her fırsatta yaygınlaştırmaya çalışmıştır..Türkiye’ye karşı yürütülen bu nefret ve gerilim politikası, bunun yarattığı duygusal ortam toplumsal kenetlenmenin yaşandığı günler haline getirilmiştir.
Yunanistan tarafından sürdürülen Pontusçuluk faaliyetlerinin bir şekli de Anadolu’nun Doğu Karadeniz Bölgesine turistik görünümlü gezilerin düzenlenmesidir. Bu gezilerle âdeta kaybedilmiş (!) vatan özlemi yaratılmakta, bir kamu vicdanı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu tür gezilerde, bazen Yunanlı turistlerce taşkın söz ve davranışlarda bulunulmakta ve bu durum yöre halkını incitmekte, rahatsız etmektedir.
Pontusçu faaliyetlerin bir türü de üniversite çağına gelmiş gençleri iş ve eğitim vaadiyle Yunanistan’a götürmeye yönelik çalışmalardır. Bu gençlere barınma imkânları sağlanmakta, aylık harçlıklar verilmektedir ama bir taraftan da Pontusçu propagandalara maruz kalmaktadırlar. Bu tür faaliyetlere karşı, Giresun Bölge Jandarma Komutanı’nın halka uyarıcı konuşmalar yaptığı görülmektedir.
Yunanistan’ın bu faaliyetleri, Trabzon ve Sürmene yörelerinden kandırılarak götürülen gençlerden Fethi Gültepe’nin, Atatürk Havalimanı’ndan Türkiye’ye giriş yaparken “Terörle Mücadele Ekipleri” tarafından yakalanmasıyla bir kez daha göz önüne serilmiştir. Fethi Gültepe verdiği ifadesinde, kendisi gibi bazı gençlerin Yunanistan’da Türk vatandaşı ve Yunanlılar tarafından eğitildiğini, kendisinin Atina-Pandia Üniversitesi Siyaset Bilimleri Bölümünde okuduğunu, 500 dolar maaş aldığını, kendilerinin, Türkler tarafından asimile edilmiş Rumlar olduklarına inandırılmaya çalışıldığını söylemiştir.
Yunan Ta Nea gazetesinin verdiği bir haberinden de bu tür olayların, bir programın parçası olduğu kanısı güçlenmektedir. Adı geçen gazete, Kardak krizi sonrasında, 1997-1998’lerde Yunan Gizli Haber Alma Örgütü (EİP) tarafından Türkiye’deki 300 bin (!) Pontus’luyu uykudan uyandırma (!) plânı çerçevesinde doğu Karadeniz bölgesindeki 50 Türk’e Yunan üniversitelerince burs verildiğini yazmaktaydı.
Bu tür olaylar ve propagandalar TBMM gündemine de taşınmış, bir milletvekili tarafından, Yunanistan’ın, ”Trabzon doğumlu Türk vatandaşlarına vize kolaylığı sağladığı” iddialarına ilişkin soru önergesi verilmiştir. Verilen soru önergesinde, Dışişleri Bakanı’nın cevaplaması isteğiyle,”Yunanistan Büyükelçiliği yetkililerinin Trabzon doğumlulara, kolaylıkla Şengen vizesi verdiği iddiaları, Sümela’da Yunanistan’dan gelen gruplara âyin yaptırılıp yaptırılmadığı, Rumca bilen Trabzonlulara Yunanistan’da eğitim verilip verilmediği” sorulmaktaydı.
19 Mayıs 2005’te de, yine üst düzey siyasîler ve yerel töneticilerin katılımıyla gösteriler ve Türkiye’nin Selanik Başkonsolosluğu’na yürüyüşler yapılmış,”Pontus soykırımı”nın (!) Ermeni ve Yahudi soykırımları gibi uluslararası kamuoyu tarafından tanınması gerektiği savunulmuştur. Türk Dışişleri Bakanlığı bu olaylara yazılı bir açıklama ile tepki göstermiş ve Yunanistan Parlamentosu’nun 19 Mayıs’ı sözde “Pontus soykırımı”nı anma günü ilân etmesinden sonra her yıl bu tarihte çoğu resmî makamların katılmasıyla Türkiye aleyhine çeşitli etkinlik ve gösterilerin yapılmasının, Türkiye aleyhine mesnetsiz iddialara yer verilmesinin üzüntüyle karşılandığı belirtilmiştir. Yapılan açıklamada ”Bu tür asılsız iddiaların, Türk-Yunan ilişkilerindeki mevcut olumlu iklimle bağdaşmamasının yanı sıra iki ülke halkları arasında giderek gelişmekte olan dostluk duyguları ve işbirliğinin geliştirilmesi çabalarına katkı sağlamayacağı açıktır.” denmiştir.
2006’da ise 7 Mayıs’tan başlayarak 19 Mayıs gününe kadar olan sürede Yunanistan’ın çeşitli kentlerinde bir dizi Pontus Helenizmi Soykırımı’nı anma etkinlikleri düzenlenmiştir.
7 Mayıs 2006 günü Selanik’te, Ayasofya Meydanı’nda bronzdan yapılmış ağlayan bir kadın heykelinden oluşan bir “Pontus Soykırım Anıtı”nın açılışı yapılmış, onbir kişilik bir milletvekili grubu tarafından, 19 Mayıs günü, Parlamento’da bir anma töreni düzenlenmesi teklif edilmiştir.
19 Mayıs günü Selanik’te yapılan törenlerde de Türkler ve Türkiye, soykırım ve katliam iddialarıyla suçlanmış, soykırımın (!) Türkiye ve uluslararası toplumca tanınmasını isteyen konuşmalar yapılmıştır.
Atina’da yapılan gösterilerde ise Parlamento önündeki “Meçhul Asker” anıtına çelenk konmasından sonra, göstericiler, Türkiye’nin soykırımı (!) tanımasını isteyen sloganlar atarak Türkiye Büyükelçiliği’ne doğru yürümüşler ve Türk bayrağını yakmışlardır. Bu olaylar karşısında Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı protestoda bulunarak, verilen notada ”Sözde Pontus soykırımı gibi hiçbir dayanağı olmayan iddiaların, geliştirmeye çalıştığımız işbirliği ve diyalog ruhuyla uyuşmadığı yönündeki görüşümüzü, bir kez daha yinelemek istiyoruz.” denilmiştir.
Bunlardan başka Selanik Üniversitesi’nde Pontus Dernekleri Fedarasyonu tarafından bir toplantı düzenlenmiştir. Bu törene Yunan Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri Bakanı, ana muhalefet lideri, Kıbrıs Rum lideri ve Yunan Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu mesajlar göndermişler ve “19 Mayıs”ın uluslararası kamuoyu tarafından “Pontus Soykırımını Anma Günü” olarak kabul edilmesi yönünde çağrılar yapmışlardır. Yunanistan Dışişleri Bakanı Bakoyannis mesajında ”Yunan Devleti, Pontus (soykırımı) ile ilgili düzenlenen tüm etkinliklerde fiilen yer alarak, bu konunun uluslararası toplum tarafından tanınması için her türlü çabayı sarf ediyor.” demiştir.
Sonuç olarak; görüldüğü gibi 1982’den bu yana Yunanistan tarafından soykırım iddialarıyla ortaya atılan, açıkça düşmanlık belirtilerinin sergilendiği, en üst düzeyde siyasîlerin ve yöneticilerin katıldığı bir Pontus / Pontusçuluk politikaları yürütülmektedir.
Bu Pontus’çuluk politikaları, Türkiye’ye yöneltilen “Sosyal Mozaik” politikalarının bir parçası olup Türkiye’nin toplumsal / millî birliğine ve toprak bütünlüğüne yönelik düşmanca bir hareket olup düşünce hürriyeti, özgür tartışma ortamı gibi talep ve temennilerle alâkası yoktur.
Türkiye’nin, Avrupa Birliği’ne giriş yolunda her talebi yerine getireceği yönünde yaratılmış olan kanaat, İmparatorluğun dağılması sürecinde verilen siyasî vaatleri cesaretlendirmektedir.
Ermeni meselesinde karşılaşılan bunca tavır ve taleplerden sonra Yunanistan’ın Pontus iddiaları ve Pontusçu politikaları karşısında ciddî tedbirler alınmalıdır…
*Yrd. Doç. Dr. Bahçeşehir Üniversitesi (nuriyazici@bahcesehir.edu.tr)
-Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile ilgili İngiliz belgeleri, Türkçeye çeviren: Cemal Köprülü, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1971,s:48,
Nejat Sefercioğlu(haz.),Esaret Hatıraları-Yunan İllerinde Zavallı Esirlerimiz, İstanbul 1978,s:93–183
-Gotthard Jaeschke, a.g.e, s:90–91
-Salâhi R.Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı veDış Politika I,Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1973,s:39
-Mihri Belli, Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi, Türkçesi: Müfide Pekin, İstanbul 2004,s:21
-Tercüman,19 Ağustos 1982,s:12
-Tercüman,1 Ağustos 1988,s:4
-a.g.y
-(nakil) Milliyet,17 Mayıs 1990
-Salâhi R.Sonyel, a.g.e, s:40
-Hüseyin Mümtaz,Pontus Dedikleri,www.internetgazete.net/newsdetail.asp?NewsID=62
-Yeni Yüzyıl, 19 Haziran 1997, s:9
-Bildirinin metni için bakınız: http://www.internetgazete.com/yaz.asp?id=6606
-Hüseyin Mümtaz, a.g.y, Kurultay, 9 Aralık 2001,s:7
-Vatan, 17 Ekim 2002,s:5
-(Nakil)Milliyet,22 Kasım 2005,s:20
-Cumhuriyet,2 Mayıs 2005
-www.trt.net.tr , 30.05.2005
- http://www.internethaber.com/news_print.php?id=21668
- Milliyet , 16 Mayıs 2006 , s:13
Nuri YAZICI(*)
Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu’nun hazırladığı Türkiye 2006 İlerleme Raporu Taslağı’nda Süryani soykırımı iddialarıyla beraber Pontus soykırımı iddiası da gündeme gelmiş ve AB müzakerelerinde yeni bir sorunla, daha doğrusu yeni bir şartla daha karşılaşacağımız anlaşılmıştır.
Pontus sorununun mahiyeti ne idi ve nasıl ortaya çıkmıştı?
Pontusçuluk faaliyetleri ilk kez XIX. yüzyıl sonları ve XX. yüzyıl başlarında Yunan aydınları tarafından dile getirilmiş ve haritalar yayımlanmıştır. Bu faaliyetler, Megali İdea denilen “Büyük Yunanistan” stratejisinin bir parçasıydı. Bu strateji, dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan toprak ilhak etmek biçiminde gerçekleşiyordu. Nitekim Yunanistan, kuruluşu da dâhil olmak üzere daha sonraki yıllarda yaptığı toprak ilhaklarının hiçbirini kendi askerî başarısı sonunda sağlamamıştı. I.Dünya Savaşı sonrasındaki Osmanlı yenilgisinden de aynı strateji çerçevesinde yararlanmaya çalışmış ama bu macera onun için büyük bir felâketle sonuçlanmıştı.
I.Dünya Savaşı, öncesi ve sonrasıyla imparatorluk coğrafyasında büyük nüfus ha- reketlerine de sahne olmuştur; Balkanların kaybedilmesiyle buralarda kurulan yeni devletlerin izledikleri “Etnik temizlik” politikaları bölgenin Müslüman halkını Anadolu’ya göçe zorlarken, aksi yönde, yeni kurulan millî devletlerine doğru da bir Bulgar, Rum göçü görülmekteydi. Ermenilerin ise, Doğu Anadolu’da bir Ermenistan kurulacağı yönünde siyasî ümitleri iyice artmıştı.
I.Dünya Savaşı’ndan sonra bu göçün yönü değişti; İzmir’in işgaliyle beraber, Yunan ordusunun himayesinde yaklaşık 120 bin Rum göçmen Batı Anadolu’ya yerleştirilirken, miktarı kestirilemeyecek bir kitle, Müslüman Türk nüfus Anadolu içlerine göçmüş, bir o kadar nüfus da Yunanistan’daki ve adalardaki esir kamplarına götürülmüşlerdir.
Yunanistan, Mütareke sonrasında, Oniki Ada, Kıbrıs, Trakya, Batı Anadolu kıyıları ve İstanbul dışında Anadolu’nun kuzey kıyılarını da istemekteydiler! Nitekim Yunanistan Başbakanı Venizelos, Yunan ordusunun İzmir’i işgalinden sonra savaş hedefleri arasında,”Pontus’ta ayrı bir devlet kurmak”hedefine işaret ediyor ve “Bu devlet Ermenistan ve Gürcistan ile işbirliği yapmak suretiyle İslâmlığa ve icabında Rus em- peryalizmine karşı sağlam bir set teşkil edecek. Yunanistan’ın elyevm sahip bulunduğu kuvvetler bu seferin tam bir başarıya ulaşmasını temin için yetecektir.” diyordu.
Anadolu’nun kuzeydoğu kıyılarındaki bazı Rumlar da,”Pontus Rumlarını temsil ettikleri” iddiasıyla İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri’ne gönderdikleri bir öner- gede,”Rum Karadeniz Cumhuriyeti” kurulmasını istemekteydiler. Bir taraftan da, kuzeydoğu Anadolu kıyılarının nüfus yapısını değiştirme politikaları da sürmekteydi; bölgenin eski halkı olduğu iddiasıyla Rumlar, bu kıyı bölgesine yerleştirilmek isteniyordu. Muhacir görüntüsüyle yerleştirilmek istenenler aslında Rum çeteleriydi ve bunlar Yunan Kızıl Haç’ındaki subaylar tarafından yönetiliyorlardı.
Anadolu’nun belirli yerlerine Rum nüfusunun yı programın parçası olduğu Osmanlı hükûmetince de anlaşılmakla beraber, mütarekenin getirdiği şartlarda çözüm diplomatik temaslarda aranmaktaydı.
Yunan ordusunun yenilerek, Anadolu’yu bir bozgun halinde terketmesi sırasında, onunla birlikte gelen ve evvelce buralarda bulunan Rum halk da Anadolu’dan çekilmeye başlamıştı. İzmir ve İstanbul gibi liman kentlerine yığılan bu Rum halk, bulabildiği vasıtalarla adalara, karşı kıyıya sığınmaya çalışmışlardır. Karadeniz kıyılarında bir Pontus devleti emeliyle başlatılan silâhlı ayaklanma da büyük Türk zaferi karşısında başarısızlığa uğramış, Rum çeteleri bölgeyi terk etmek zorunda kalmışlardır.
Lozan Anlaşması’nın eklerinden olup 30 Ocak 1923’te imzalanan,”Türk ve Rum Nüfus Mübadelesi’ne İlişkin Sözleşme ve Protokol” ile Türkiyedeki Rum-Ortodoks dininden Türk uyruklular ile Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyrukluların zorunlu değişimi kararlaştırılmıştı. Daha sonraki yıllarda, bu değişimin, Yunanistan’daki Türklere bir misilleme olarak yapıldığı, o zamanın Başbakanı Venizelos tarafından yapılan bir açıklamadan anlaşılacaktır. Venizelos Mart 1929’da yaptığı açıklamada, mübadelenin,”Rum ve Müslüman halklarının ve bu halklara ait malların mübedelesi için değil, Rumların Türkiye’den kovulmalarına karşılık Müslüman nüfusun Yunanistan’dan ayrılması için” yapıldığını ifade etmiştir. Görüldüğü gibi Türkiye, savaş sonrası insanî bir sorunu çözmeye çalışırken Yunanistan hâlâ intikamcı politikalarla hareket etmektedir.
I.Dünya Savaşı’ndan sonraki barış ve ittifak yıllarına rağmen,1980’li yıllardan bu yana Yunanistan’ın Pontus’çu faaliyetleri yeniden siyasetin gündemine girmiş, Türkiyeye ve Türk milletine karşı bir düşmanlık politikaları izlenerek “katliam” ve “soykırım” iddiaları ortaya atılmıştır!
Türkiye,1980’e kadar olan dönemde, Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra ağır bir ABD ambargosuyla karşılaşmış ve içte politik bir bölünme yaşamıştı.1980’li yıllarda ise, ayrılıkçı/bölücü siyasetler ve bu politik ortamın yarattığı müdahalelerle karşılaşmıştı. Önce ASALA, daha sonra da PKK terörü Türkiye’yi içte ve dışta zor duruma sokmuştu. Ülkenin çeşitli ihtiyaçları ve kalkınması için harcanması gereken maddî kaynakların terör ve şiddet eylemlerinin bastırılması ve asayişin yeniden sağlanması için harcanmaya zorlanması Türkiye’nin kaynaklarını tüketme politikalarının bir parçası olmuştur. Böyle bir dönemde Türkiye, AB’ye giriş başvurusu yaptığında, adeta AB ülkelerinin çeşitli bahanelerle müdahalelerine açık bir hale gelmiştir. Özellikle “Sosyal Mozaik” politikalarıyla Türk milletinin, çeşitli ve doğruluğu şüpheli açıklamalarla kavim, kabile, aşiret, mezhep, cemaat, bölge, göç mensubiyetleri gibi aidiyetlerle sosyal ve millî bünyesinin zaafa uğratıldığı görülmektedir.
İşte, XX. yüzyılın sonları ve XXI. yüzyılın başlarındaki böyle bir ortamda Yunanistan tarafından Türkiye’ye yönelik yeni bir Pontusçuluk politikası izlenmeye başlanmıştır.
Yunanistan’da, önce bilim ve sanat çevrelerince, daha sonra politik çevrelerce bir “soykırım”(!) iddiası ortaya atılmış, Anadolu’dan “Kaybedilmiş vatan” diye söz edilmiş, Türk İstiklâl Savaşı’ndaki Yunan yenilgisi “Helen Soykırımı”(!) diye propaganda edilmiştir. Anadolu’nun Doğu Karadeniz kıyılarının, Eski Çağ’daki adıyla tanımlanmasında ısrarcı olunup, siyasî iddialara bir coğrafya yaratma gayretine girilmiştir.
Yunanistan tarafından, bu “Pontusçuluk” ve “soykırım” propagandaları ve iddialar ABD ve AB kamuoyunda, her plâtformda dile getirilerek bir genel kanaat, bir genel kabul oluşturma siyaseti izlenmiştir. Türkiye’nin AB müzakere sürecinde de, bu yönde baskılar yaratılmaya çalışılmış, Türkiye’nin önüne yeni yeni talepler çıkarılmıştır.
İlk kez 1982 yılında Selanik’te,26 Eylül–3 Ekim tarihleri arasında,”Anadolu Faciasının 60.Yıldönümü” adıyla bir konferans düzenlenmiş ve Konferansın amacının “Karadeniz-Pontus ile Anadolu’nun diğer yörelerindeki Rumluğu, Rum kültürünü, gelecekte jeopolitik statü değiştiğinde Megali İdea’nın tahakkukunun mümkün olup olmayacağını tartışmak” olduğu belirtilmiştir.
1922 Büyük Türk Zaferi’nin 60.yılında hazırlanan,”Anavatanları Özgürlüğe Kavuşturma Uluslararası Komitesi” tarafından dağıtılan haritada da, Türkiye Ankara ve çevresinden ibaret gösterilirken, Türkiye’nin geri kalan toprakları Yunan, Pontus, Ermenistan ve Kürdistan olarak gösterilmektedir. Hatay ve İskenderun çevresi de Suriye’ye ait gösteriliyordu.
Harita, bu haliyle Sevr’deki taleplerin daha da ilerisine gidildiğini göstermekten başka, Türkiye’nin karşısındaki işbirliği cephesini de göstermektedir.
Bundan sonraki yıllarda, her 10 Kasım’larda ve 19 Mayıs’larda Yunanistan’da gösteriler düzenlendiği, Türkiye ve Türklük aleyhine bir gerilim politikası izlendiği görülmektedir. Atatürk’ün Samsun’a çıkış tarihi olan 19 Mayıs’ın Pontus soykırımının(!) başlangıcı olduğu iddia edilmiştir.
Önceleri bu gösteriler ve iddialar tarihsel bir mağduriyetten kaynaklanmış ve halkın talepleri ve tepkisiymiş gibi ortaya konmak istenmiştir. Siyasî ortamın olgunlaşma noktasına geldiği kanısına varıldığında da, bu iddialar parlamento kararı haline gele- rek siyasî talepler biçimini almıştır.
Karadeniz Mübadil Rumları’nın, 31 Temmuz–7 Ağustos 1988 tarihleri arasında, Selanik’te, ”Pontus’lular II. Dünya Kongresi”ni topladıkları görülmektedir. Kuzey Yunanistan Televizyonu’na bir demeç veren “Yunanistan Pontus Dernekleri Birliği” ve Kongre Organizasyon Komitesi Başkanı Tanimanidis, Kongrenin amacının,”Pontus kökenli kültür mirasını korumak ve Karadenizli gençliğe tarihi ve olayları öğretip Pontus Rumluğu ülküsünü canlı tutmak olduğunu” belirtmiş ve Karadeniz Bölgesini kastederek, Türkiye’de gizli Hıristiyanların bulunduğunu iddia etmiştir.
Kongre’nin açılışıyla beraber, Yunanistan’da Türkiye aleyhine bir “Pontus kampanyası” başlatılmıştır. Kongre’nin açış konuşmasını Başbakan Papandreu yapmış ve Türkiye’ye karşı sert bir üslûp kullanmıştır. Kongre’ye katılan, Yunanistan’ın diğer siyasî parti temsilcileri de, Osmanlı dönemindeki Rum isyancılar ve örgütler lehine konuşmalar yapmışlar, o zamanki Fener Rum Patriği Dimitrios da bir kutlama ve başarı telgrafı göndermiştir. İktidar partisi PASOK’un Merkez Yönetim Kurulu üyesi Mihalis Haralambidis de Kongre çalışmaları ile ilgili olarak “Pontus Helenizm’inin hedefi, Pontus’luların soykırım davası için uluslar arası bir mahkeme kurulmasını sağlamak olmalıdır.” demiştir.
Yunanistan’ın Ta Nea gazetesinde,3 Mayıs 1990 günü yayımlanan bir haberde “Pontus Araştırma Derneği”nin,19 Mayıs gününün Birleşmiş Milletler’ce soykırım günü olarak kabul edilmesini istediği belirtilmekte ve 1916–1923 tarihleri arasında 350 bin Pontus’lunun Türkler tarafından öldürüldüğü iddialarına yer verilmekteydi. Hâlbuki ”Türk istatistiklerine göre Trabzon ilinde 60 bin Hıristiyan ve 317 bin Müslüman, Giresun’da 10 bin Hristiyan ve 169 bin Müslüman, Samsun’da ise 60 bin Hıristiyan ve 180 bin Müslüman nüfus vardı.”
Hristiyanların yalnız Rumlardan ibaret olmadığı düşünülürse, bugün ortaya atılan bu rakamların, tıpkı Ermeni meselesinde olduğu gibi propaganda amaçlı olduğu, ileriki yıllarda artışlarla tekrarlanacağı tahmin edilebilir.
Yunan kamuoyunda yaratılan bu Türk ve Türkiye düşmanlığı doğal olarak parlamentoya da yansımıştır. Sivil toplum hareketleriyle gündeme gelip, sanat ve bilim çevrelerince kamuoyuna mal etme aşamalarından sonra konu parlamentoya intikal etmiş ve Yunanistan Parlamentosu 24 Şubat 1994’te “19 Mayıs” gününü,”Pontus Rumları’nın Türklerce Katlini Anma Günü” olarak kabul ve ilân etmiştir.
1996’da, Yunanistan’da yaşayan Karadeniz Bölgesi mübadil Rumlarını, Karadeniz kıyı ülkelerinde yaşayan Rumları birleştirmek, bir araya getirmek amacıyla Gürcistan’ın Batum kentinde ve Trabzon’da birer toplantı yapmak girişiminde bulunulmuştur. “Karadeniz Helen Toplulukları Fedarasyonu I. Kongresi” adı altında toplanması tasarlanan ve Sümela Manastırı’nda gerçekleştirilmesi programlanan toplantıya, Türkiye’ye karşı düşmanca tutumlarıyla tanınan çeşitli örgütler ve Yunan siyasî temsilcilerinin dışında Karadeniz’e kıyı ülkelerde yaşayan bazı Rumların “turist” kimliğiyle katılacakları öğrenilmiştir. Nitekim bu kongre gerçekleştirilmiş ve “Kutsal Sümela Yortusu”na denk gelen 15 Ağustos günü, toplam 220 kişi gruplar halinde Trabzon’a gelerek, Sümela’da (Altındere Millî Parkı) bir ayin yapmışlardır.
Haziran 1997’de ise, Yunan Meclis Başkanı Apostolos Kaklamanis tarafından İskeçe’de bir “Pontus Anıtı’nın açılışının yapıldığı görülmektedir. Buna Türkiye’nin tepkisi sert olmuş ve Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ömer Akbel, ”Yunan kamuoyunda Türkiye düşmanlığını körüklemeye çalışan Yunanistan, Pontus Anıtı ile Türkiye’ye karşı hasmane duygularını bir kez daha ortaya koymuştur.”demiştir. Bu anıtın üzerindeki harita ve simgeler, Türk toprakları üzerindeki Yunan emellerini ortaya koymakta idi. Türkiye’nin bu tepkisine, 20 Haziran 1997’de Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Konstantin Bikas, Yunanistan’ın, tarihinin bir parçasını oluşturan Pontuslu Yunanlıların soykırımını unutmasının söz konusu olmadığını ifade etmiş ve Türkiye’yi tahrikçilikle ve yayılmacı politikalar izlemekle suçlamıştır!
Uluslararası siyasî plâtformlar da Yunanistan tarafından Pontus’çu propagandalar için kullanılmaktadır. 6 Ekim 1998’de Varşova’da AGİT çerçevesinde,”İnsancıl Konular” başlıklı bir konferans gerçekleştirilmiştir. Konferans sırasında Veraka Graf, Varoujan Attarian ve Mihailis Haralambidis tarafından “Halkların Hakları ve Kurtuluşları İçin Uluslararası Hareket Birliği” adına hazırlanan bildiride “Pontus’çuluk” dile getirilmiştir. Bu bildiride, Kuzeydoğu Anadolu kıyılarında bir “Pontus halkı”nın yaşadığı, bu halkın 1916–1923 yılları arasında kovma ve soykırıma maruz kaldığı, bu halkın Türk devleti tarafından Müslümanlaştırıldığı ve asimile edildiği iddia edilmekteydi.
Yunanistan, Türkiye’ye yönelik bu politikasını, sivil toplum kuruluşları düzeyinde, geniş bir şekilde örgütlenerek her fırsatta yaygınlaştırmaya çalışmıştır..Türkiye’ye karşı yürütülen bu nefret ve gerilim politikası, bunun yarattığı duygusal ortam toplumsal kenetlenmenin yaşandığı günler haline getirilmiştir.
Yunanistan tarafından sürdürülen Pontusçuluk faaliyetlerinin bir şekli de Anadolu’nun Doğu Karadeniz Bölgesine turistik görünümlü gezilerin düzenlenmesidir. Bu gezilerle âdeta kaybedilmiş (!) vatan özlemi yaratılmakta, bir kamu vicdanı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu tür gezilerde, bazen Yunanlı turistlerce taşkın söz ve davranışlarda bulunulmakta ve bu durum yöre halkını incitmekte, rahatsız etmektedir.
Pontusçu faaliyetlerin bir türü de üniversite çağına gelmiş gençleri iş ve eğitim vaadiyle Yunanistan’a götürmeye yönelik çalışmalardır. Bu gençlere barınma imkânları sağlanmakta, aylık harçlıklar verilmektedir ama bir taraftan da Pontusçu propagandalara maruz kalmaktadırlar. Bu tür faaliyetlere karşı, Giresun Bölge Jandarma Komutanı’nın halka uyarıcı konuşmalar yaptığı görülmektedir.
Yunanistan’ın bu faaliyetleri, Trabzon ve Sürmene yörelerinden kandırılarak götürülen gençlerden Fethi Gültepe’nin, Atatürk Havalimanı’ndan Türkiye’ye giriş yaparken “Terörle Mücadele Ekipleri” tarafından yakalanmasıyla bir kez daha göz önüne serilmiştir. Fethi Gültepe verdiği ifadesinde, kendisi gibi bazı gençlerin Yunanistan’da Türk vatandaşı ve Yunanlılar tarafından eğitildiğini, kendisinin Atina-Pandia Üniversitesi Siyaset Bilimleri Bölümünde okuduğunu, 500 dolar maaş aldığını, kendilerinin, Türkler tarafından asimile edilmiş Rumlar olduklarına inandırılmaya çalışıldığını söylemiştir.
Yunan Ta Nea gazetesinin verdiği bir haberinden de bu tür olayların, bir programın parçası olduğu kanısı güçlenmektedir. Adı geçen gazete, Kardak krizi sonrasında, 1997-1998’lerde Yunan Gizli Haber Alma Örgütü (EİP) tarafından Türkiye’deki 300 bin (!) Pontus’luyu uykudan uyandırma (!) plânı çerçevesinde doğu Karadeniz bölgesindeki 50 Türk’e Yunan üniversitelerince burs verildiğini yazmaktaydı.
Bu tür olaylar ve propagandalar TBMM gündemine de taşınmış, bir milletvekili tarafından, Yunanistan’ın, ”Trabzon doğumlu Türk vatandaşlarına vize kolaylığı sağladığı” iddialarına ilişkin soru önergesi verilmiştir. Verilen soru önergesinde, Dışişleri Bakanı’nın cevaplaması isteğiyle,”Yunanistan Büyükelçiliği yetkililerinin Trabzon doğumlulara, kolaylıkla Şengen vizesi verdiği iddiaları, Sümela’da Yunanistan’dan gelen gruplara âyin yaptırılıp yaptırılmadığı, Rumca bilen Trabzonlulara Yunanistan’da eğitim verilip verilmediği” sorulmaktaydı.
19 Mayıs 2005’te de, yine üst düzey siyasîler ve yerel töneticilerin katılımıyla gösteriler ve Türkiye’nin Selanik Başkonsolosluğu’na yürüyüşler yapılmış,”Pontus soykırımı”nın (!) Ermeni ve Yahudi soykırımları gibi uluslararası kamuoyu tarafından tanınması gerektiği savunulmuştur. Türk Dışişleri Bakanlığı bu olaylara yazılı bir açıklama ile tepki göstermiş ve Yunanistan Parlamentosu’nun 19 Mayıs’ı sözde “Pontus soykırımı”nı anma günü ilân etmesinden sonra her yıl bu tarihte çoğu resmî makamların katılmasıyla Türkiye aleyhine çeşitli etkinlik ve gösterilerin yapılmasının, Türkiye aleyhine mesnetsiz iddialara yer verilmesinin üzüntüyle karşılandığı belirtilmiştir. Yapılan açıklamada ”Bu tür asılsız iddiaların, Türk-Yunan ilişkilerindeki mevcut olumlu iklimle bağdaşmamasının yanı sıra iki ülke halkları arasında giderek gelişmekte olan dostluk duyguları ve işbirliğinin geliştirilmesi çabalarına katkı sağlamayacağı açıktır.” denmiştir.
2006’da ise 7 Mayıs’tan başlayarak 19 Mayıs gününe kadar olan sürede Yunanistan’ın çeşitli kentlerinde bir dizi Pontus Helenizmi Soykırımı’nı anma etkinlikleri düzenlenmiştir.
7 Mayıs 2006 günü Selanik’te, Ayasofya Meydanı’nda bronzdan yapılmış ağlayan bir kadın heykelinden oluşan bir “Pontus Soykırım Anıtı”nın açılışı yapılmış, onbir kişilik bir milletvekili grubu tarafından, 19 Mayıs günü, Parlamento’da bir anma töreni düzenlenmesi teklif edilmiştir.
19 Mayıs günü Selanik’te yapılan törenlerde de Türkler ve Türkiye, soykırım ve katliam iddialarıyla suçlanmış, soykırımın (!) Türkiye ve uluslararası toplumca tanınmasını isteyen konuşmalar yapılmıştır.
Atina’da yapılan gösterilerde ise Parlamento önündeki “Meçhul Asker” anıtına çelenk konmasından sonra, göstericiler, Türkiye’nin soykırımı (!) tanımasını isteyen sloganlar atarak Türkiye Büyükelçiliği’ne doğru yürümüşler ve Türk bayrağını yakmışlardır. Bu olaylar karşısında Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı protestoda bulunarak, verilen notada ”Sözde Pontus soykırımı gibi hiçbir dayanağı olmayan iddiaların, geliştirmeye çalıştığımız işbirliği ve diyalog ruhuyla uyuşmadığı yönündeki görüşümüzü, bir kez daha yinelemek istiyoruz.” denilmiştir.
Bunlardan başka Selanik Üniversitesi’nde Pontus Dernekleri Fedarasyonu tarafından bir toplantı düzenlenmiştir. Bu törene Yunan Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri Bakanı, ana muhalefet lideri, Kıbrıs Rum lideri ve Yunan Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu mesajlar göndermişler ve “19 Mayıs”ın uluslararası kamuoyu tarafından “Pontus Soykırımını Anma Günü” olarak kabul edilmesi yönünde çağrılar yapmışlardır. Yunanistan Dışişleri Bakanı Bakoyannis mesajında ”Yunan Devleti, Pontus (soykırımı) ile ilgili düzenlenen tüm etkinliklerde fiilen yer alarak, bu konunun uluslararası toplum tarafından tanınması için her türlü çabayı sarf ediyor.” demiştir.
Sonuç olarak; görüldüğü gibi 1982’den bu yana Yunanistan tarafından soykırım iddialarıyla ortaya atılan, açıkça düşmanlık belirtilerinin sergilendiği, en üst düzeyde siyasîlerin ve yöneticilerin katıldığı bir Pontus / Pontusçuluk politikaları yürütülmektedir.
Bu Pontus’çuluk politikaları, Türkiye’ye yöneltilen “Sosyal Mozaik” politikalarının bir parçası olup Türkiye’nin toplumsal / millî birliğine ve toprak bütünlüğüne yönelik düşmanca bir hareket olup düşünce hürriyeti, özgür tartışma ortamı gibi talep ve temennilerle alâkası yoktur.
Türkiye’nin, Avrupa Birliği’ne giriş yolunda her talebi yerine getireceği yönünde yaratılmış olan kanaat, İmparatorluğun dağılması sürecinde verilen siyasî vaatleri cesaretlendirmektedir.
Ermeni meselesinde karşılaşılan bunca tavır ve taleplerden sonra Yunanistan’ın Pontus iddiaları ve Pontusçu politikaları karşısında ciddî tedbirler alınmalıdır…
*Yrd. Doç. Dr. Bahçeşehir Üniversitesi (nuriyazici@bahcesehir.edu.tr)
-Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile ilgili İngiliz belgeleri, Türkçeye çeviren: Cemal Köprülü, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1971,s:48,
Nejat Sefercioğlu(haz.),Esaret Hatıraları-Yunan İllerinde Zavallı Esirlerimiz, İstanbul 1978,s:93–183
-Gotthard Jaeschke, a.g.e, s:90–91
-Salâhi R.Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı veDış Politika I,Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1973,s:39
-Mihri Belli, Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi, Türkçesi: Müfide Pekin, İstanbul 2004,s:21
-Tercüman,19 Ağustos 1982,s:12
-Tercüman,1 Ağustos 1988,s:4
-a.g.y
-(nakil) Milliyet,17 Mayıs 1990
-Salâhi R.Sonyel, a.g.e, s:40
-Hüseyin Mümtaz,Pontus Dedikleri,www.internetgazete.net/newsdetail.asp?NewsID=62
-Yeni Yüzyıl, 19 Haziran 1997, s:9
-Bildirinin metni için bakınız: http://www.internetgazete.com/yaz.asp?id=6606
-Hüseyin Mümtaz, a.g.y, Kurultay, 9 Aralık 2001,s:7
-Vatan, 17 Ekim 2002,s:5
-(Nakil)Milliyet,22 Kasım 2005,s:20
-Cumhuriyet,2 Mayıs 2005
-www.trt.net.tr , 30.05.2005
- http://www.internethaber.com/news_print.php?id=21668
- Milliyet , 16 Mayıs 2006 , s:13
BAFRA NEBİYAN DAĞI OLAYLARI (*)
BAFRA NEBİYAN DAĞI OLAYLARI (*)
Yrd. Doç. Dr. Nuri YAZICI(**)
Mütareke (Mondros) sonrasında Bafra ve çevresinde de Rum azınlık arasında kaynaşmalar başlamıştı. Ormanlık ve dağlık olan bu bölgenin, denizden irtibatının da kolay sağlanması önemini artırmıştır.Samsun-Bafra yolu da, Engiz mevkiindeki Rum çeteler tarafından konrolde tutuluyordu. Yol kesme ve soygun olayları sebebiyle ulaşım, ancak posta muhafızlığı yapan jandarmaların nezaretinde, peşlerinden gitmek suretiyle sağlanabiliyordu.Bafra'daki Rum çetelerinin faaliyetlerini, Nebiyan'da Alan Köyü'nde Nikol'un Anastas yönetiyordu. Anastas ise, Neiyan'ın çetebaşısı Ağaçalan Köyü'nden Anastas ile Kapıkaya Köyünden Taşçıoğlu Sava'ya bağlıydı. (1)Nebiyan Dağı, çetelerin barınağı olduğundan burada yüzlerce Rum eşkiyası vardı.(2) Bunlar umumiyetle müslüman köylere tecavüz etmekle beraber, zaman zaman Rum köylerine de saldırarak ölüm ve gasba sebebiyet verirlerdi.Bu mıntıkada bulunan 11 Rum köyünde 1012 hane ve 6228 nüfus vardı. Yaklaşık 1500 silâhlı çıkarabiliyorlardı. Seferberlik çağrısına uymayıp kendilerine katılan Rum'larla miktarları daha artmıştı. Bafra'da askerlik çağrısına uymıyan Bağcunun Çamuşun oğlu Yordan, Sinasın Yordan, Cicioğlu Yuvan'ın kardeşi Lefter, Yüksek Gazino müsterici Aleko'nun kardeşi Sokrat, Garibin Aleko, Mumcu Vasiloğullarından Pandeloğlu Dimit, Pasalıoğlu Yuvani, İshaklı Mahallesi'nden Eyaneş, Karadağoğullarından Gavriloğlu Dimitri ve Pademlioğlu Plâdon Nebiyan eşkiyasına katılmışlardı. (3)Herbirinin mevcudu 180-200 kişi civarında olan bu çeteler Tâkip Müfrezeleri'yle ve jandarma yaptıkları çarpışmalarda büyük zaiyat verdiriyorlardı. Düzenli asker gibi emir, komuta içinde hareket ediyorlar, Yunan subaylarınca yönetiliyorlardı.(4) Tenkil edilen eşkiyanın üzerinden Yunan üniforması ve teçhizatı çıkmaktaydı.Nebiyan Dağı'nda faaliyetleri bilinen belli başlı Rum çeteleri ise şunlardı:(5)Samsun'un Taflan Köyü'nden Lefter çetesi, Kurugökçe Köyü'nden Andon çetesi, Eğribel-Köyü'nden Anastas ve dayısı Anastas, Benlik Köyü'nden Sarı İstil, Kirazlı Köyü'nden Taşçıoğlu Kara sava çeteleri...Bafra'nın Kültük Köyü'nden İstavri çetesi, Yayla Köyü'nden Kel Sava çetesi...Havza'nın Koçidağı Köyü'nden Piç Vasil çetesi, Elmalıca Köyü'nden Eleni Çavuş Çetesi...Alaçam nahiyesinin Kapıkaya Köyü'nden Kavaklıoğlu Yunan ve yeğeni Todoroğlu Agabiyos çetesi, Kürdünoğlu simyon çetesi....Ayrıca adlarıyla anılan pekçok Rum çetesi de vardı. Bu çetelerin bölgedeki ilk olayı Kasnakçı mermer Köyü'nden yakaladıkları 2 Tük'ü sırt sırta bağlayıp, diri diri yakarak öldürmek olmuştur. Daha sonra bir jandarma, bir er ve tarlada çalışmakta olan bir çiftçi öldürülmüştür. (6)Kapıkaya ve Asar köyleri çarpışmalarında ise, Rum çeteler, Türk kuvvetlerine oldukça kayıp verdirebilmişlerdir; Asar Köyü mağaralarına sıkıştırılan çeteler imha edilememiş, geceden istifade ederek kaçmışlardır. Bu çatışmada 15 yaralı, 20 şehid verilmişti.(7)Nebiyan çetelerinden en çok zarar gören köylerden Ayazma köylüleri, Rum eşkiya ile mütareke yapmayı denemişse de bir sonuç alamamıştı. Düzköy'lüler ise, topluca köylerini terkederek Bafra'ya gelmişlerdi. Kaymakam ve Jandarma'nın tenbihi üzerine tekrar köylerine dönmüşlerse de, Rum çetelerinin tecavüzüne uğramaları ve köylerinin yakılması üzerine, Kızılırmağın öbür yakasındaki Kolay Köyü'ne sığınmak zorunda kalmışlardır. Eşkiya tâkibine, Alaçam ve Bafra bölüğünden gelen jandarmalara halktan katılan olduysa da, bir netice elde edilememiştir.(8)Nebiyan Rum eşkiyasının en büyük katliâmı Çağşur ve Kuşça köyü baskınlarıdır. 5 Kasım 1916'da meydana gelen bu olaylar kalabalık Rumçetelerinin ilk toplu katliâmıdır. (9)Çağşur Köyü, Nebiyan'daki Rum köyleri arasında kalmış, 150 haneli bir Türk köyü idi. Rum çeteleri aynı gün bu köyü ve Kuşça Köyü'nü basarak tamamen yaktılar ve halkının katlettiler. Toplam ölü miktarı 367 olup, ancak o anda köyde bulunmayanlar kurtulabilmişlerdi.Nebiyan Dağı'nın güneyinde bulunan 13 Türk köyüne ise çeteler fazla zarar verememişlerdi. Bu köylerde 998 hane ve 6000'e yakın nüfus bulunuyordu. Fakat çetelerin tecavüzünden kurtulamıyan Çağşur,Kuşça, Kocahüseyinderesi, Melikalan, Türkmenler, Konakçımermer, Konukyas, Karacayörük, Alaylı, Üçpınar, Kıran köyleri tamamen Düzköy, Ağılan, Güzalan, Gökalan, Yeğinalan, Kırvanlık, Eğdir, Ledros, Lengerli, Boyalı. Çinili, Terzili, Köseli köyleri de kısmen yakılarak tahrip olmuşlardır.(10)Temmuz 1914-Aralık 1920 tarihleri arasında Nebiyan Rum eşkiyası 110 hadisenin faili olmuşlardır. Bafra Adliye kayıtlarına (*) intikal eden olayların tasnifinden 37 şekavet 21 şakiye yataklık, 6 yol kesme, 13 yaralama, 7 hırsızlık, 25 gasb, 1 para için adam kaçırma olayları görülmektedir, Tamamen tespit edilememekle beraber Nebiyan eşkiyasının yaptığı katliam sayısı Çağşur ve Kuşça cinayetleri, Bafra civarı çetelerinin vukuatı dikkate alınarak 534'ü bulmaktadır. (11)Jandarma tâkibinde kalıp, Adliye kayıtlarına geçmeyen 97 olayda ise, 33 cinayet, 8 yaralama, 4 yangın ve yağma, 48 gasb, 2 yol kesme, 1 asarak idam ve 1 ırza geçme görülmektedir.(12)Haziran 1922'ye kadar çetelerin yaptıkları toplu baskın, yangın ve cinayetlerde halktan 50 kişi öldürülmüş, 13 kişi yaralanmış, tespit edilebilen 450 sığır, koyun, yük hayvanı, miktarı belirlenemiyen zahire gasbedilmişti. Ayrıca 52 ev, 4 samanlık, 6 ambar, 36 muhtelif bina yakılarak tahrib edilmiş, 2 ırza geçme olayı vukubulmuştur.(13)
(*) Dr. Nuri YAZICI, Milli Mücadelede (Canik Sancağı'nda Pontuscu Faaliyetler 1918-1922); S.51-54
(**) Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Görevlisi (nuriyazici@bahcesehir.edu.tr)
(1) Tayyar Anakök, Alaçam Tarihi, s: 26
(2) Pontos Mes'elesi, S: 10-26
(3) a.g.e., s:55
(4) TBMM Zabıt Ceridesi XV, s: 241
(5) Pontos Mes'elesi, s: 6
(6) a.g.e., s: 3
(7) Tayyar Anakök, a.g.e., s:17-18
(8) a.g.e., s: 17
(9) Pontos Mes'elesi, s: 16-18
(10) a.g.e., s: 7, 50 TİH VI, s: 141
(11) Pontos Mes'elesi, s: 5, 10-26
(12) a.g.e., s: 28-47
(13) a.g.e., s, 146-159
Yrd. Doç. Dr. Nuri YAZICI(**)
Mütareke (Mondros) sonrasında Bafra ve çevresinde de Rum azınlık arasında kaynaşmalar başlamıştı. Ormanlık ve dağlık olan bu bölgenin, denizden irtibatının da kolay sağlanması önemini artırmıştır.Samsun-Bafra yolu da, Engiz mevkiindeki Rum çeteler tarafından konrolde tutuluyordu. Yol kesme ve soygun olayları sebebiyle ulaşım, ancak posta muhafızlığı yapan jandarmaların nezaretinde, peşlerinden gitmek suretiyle sağlanabiliyordu.Bafra'daki Rum çetelerinin faaliyetlerini, Nebiyan'da Alan Köyü'nde Nikol'un Anastas yönetiyordu. Anastas ise, Neiyan'ın çetebaşısı Ağaçalan Köyü'nden Anastas ile Kapıkaya Köyünden Taşçıoğlu Sava'ya bağlıydı. (1)Nebiyan Dağı, çetelerin barınağı olduğundan burada yüzlerce Rum eşkiyası vardı.(2) Bunlar umumiyetle müslüman köylere tecavüz etmekle beraber, zaman zaman Rum köylerine de saldırarak ölüm ve gasba sebebiyet verirlerdi.Bu mıntıkada bulunan 11 Rum köyünde 1012 hane ve 6228 nüfus vardı. Yaklaşık 1500 silâhlı çıkarabiliyorlardı. Seferberlik çağrısına uymayıp kendilerine katılan Rum'larla miktarları daha artmıştı. Bafra'da askerlik çağrısına uymıyan Bağcunun Çamuşun oğlu Yordan, Sinasın Yordan, Cicioğlu Yuvan'ın kardeşi Lefter, Yüksek Gazino müsterici Aleko'nun kardeşi Sokrat, Garibin Aleko, Mumcu Vasiloğullarından Pandeloğlu Dimit, Pasalıoğlu Yuvani, İshaklı Mahallesi'nden Eyaneş, Karadağoğullarından Gavriloğlu Dimitri ve Pademlioğlu Plâdon Nebiyan eşkiyasına katılmışlardı. (3)Herbirinin mevcudu 180-200 kişi civarında olan bu çeteler Tâkip Müfrezeleri'yle ve jandarma yaptıkları çarpışmalarda büyük zaiyat verdiriyorlardı. Düzenli asker gibi emir, komuta içinde hareket ediyorlar, Yunan subaylarınca yönetiliyorlardı.(4) Tenkil edilen eşkiyanın üzerinden Yunan üniforması ve teçhizatı çıkmaktaydı.Nebiyan Dağı'nda faaliyetleri bilinen belli başlı Rum çeteleri ise şunlardı:(5)Samsun'un Taflan Köyü'nden Lefter çetesi, Kurugökçe Köyü'nden Andon çetesi, Eğribel-Köyü'nden Anastas ve dayısı Anastas, Benlik Köyü'nden Sarı İstil, Kirazlı Köyü'nden Taşçıoğlu Kara sava çeteleri...Bafra'nın Kültük Köyü'nden İstavri çetesi, Yayla Köyü'nden Kel Sava çetesi...Havza'nın Koçidağı Köyü'nden Piç Vasil çetesi, Elmalıca Köyü'nden Eleni Çavuş Çetesi...Alaçam nahiyesinin Kapıkaya Köyü'nden Kavaklıoğlu Yunan ve yeğeni Todoroğlu Agabiyos çetesi, Kürdünoğlu simyon çetesi....Ayrıca adlarıyla anılan pekçok Rum çetesi de vardı. Bu çetelerin bölgedeki ilk olayı Kasnakçı mermer Köyü'nden yakaladıkları 2 Tük'ü sırt sırta bağlayıp, diri diri yakarak öldürmek olmuştur. Daha sonra bir jandarma, bir er ve tarlada çalışmakta olan bir çiftçi öldürülmüştür. (6)Kapıkaya ve Asar köyleri çarpışmalarında ise, Rum çeteler, Türk kuvvetlerine oldukça kayıp verdirebilmişlerdir; Asar Köyü mağaralarına sıkıştırılan çeteler imha edilememiş, geceden istifade ederek kaçmışlardır. Bu çatışmada 15 yaralı, 20 şehid verilmişti.(7)Nebiyan çetelerinden en çok zarar gören köylerden Ayazma köylüleri, Rum eşkiya ile mütareke yapmayı denemişse de bir sonuç alamamıştı. Düzköy'lüler ise, topluca köylerini terkederek Bafra'ya gelmişlerdi. Kaymakam ve Jandarma'nın tenbihi üzerine tekrar köylerine dönmüşlerse de, Rum çetelerinin tecavüzüne uğramaları ve köylerinin yakılması üzerine, Kızılırmağın öbür yakasındaki Kolay Köyü'ne sığınmak zorunda kalmışlardır. Eşkiya tâkibine, Alaçam ve Bafra bölüğünden gelen jandarmalara halktan katılan olduysa da, bir netice elde edilememiştir.(8)Nebiyan Rum eşkiyasının en büyük katliâmı Çağşur ve Kuşça köyü baskınlarıdır. 5 Kasım 1916'da meydana gelen bu olaylar kalabalık Rumçetelerinin ilk toplu katliâmıdır. (9)Çağşur Köyü, Nebiyan'daki Rum köyleri arasında kalmış, 150 haneli bir Türk köyü idi. Rum çeteleri aynı gün bu köyü ve Kuşça Köyü'nü basarak tamamen yaktılar ve halkının katlettiler. Toplam ölü miktarı 367 olup, ancak o anda köyde bulunmayanlar kurtulabilmişlerdi.Nebiyan Dağı'nın güneyinde bulunan 13 Türk köyüne ise çeteler fazla zarar verememişlerdi. Bu köylerde 998 hane ve 6000'e yakın nüfus bulunuyordu. Fakat çetelerin tecavüzünden kurtulamıyan Çağşur,Kuşça, Kocahüseyinderesi, Melikalan, Türkmenler, Konakçımermer, Konukyas, Karacayörük, Alaylı, Üçpınar, Kıran köyleri tamamen Düzköy, Ağılan, Güzalan, Gökalan, Yeğinalan, Kırvanlık, Eğdir, Ledros, Lengerli, Boyalı. Çinili, Terzili, Köseli köyleri de kısmen yakılarak tahrip olmuşlardır.(10)Temmuz 1914-Aralık 1920 tarihleri arasında Nebiyan Rum eşkiyası 110 hadisenin faili olmuşlardır. Bafra Adliye kayıtlarına (*) intikal eden olayların tasnifinden 37 şekavet 21 şakiye yataklık, 6 yol kesme, 13 yaralama, 7 hırsızlık, 25 gasb, 1 para için adam kaçırma olayları görülmektedir, Tamamen tespit edilememekle beraber Nebiyan eşkiyasının yaptığı katliam sayısı Çağşur ve Kuşça cinayetleri, Bafra civarı çetelerinin vukuatı dikkate alınarak 534'ü bulmaktadır. (11)Jandarma tâkibinde kalıp, Adliye kayıtlarına geçmeyen 97 olayda ise, 33 cinayet, 8 yaralama, 4 yangın ve yağma, 48 gasb, 2 yol kesme, 1 asarak idam ve 1 ırza geçme görülmektedir.(12)Haziran 1922'ye kadar çetelerin yaptıkları toplu baskın, yangın ve cinayetlerde halktan 50 kişi öldürülmüş, 13 kişi yaralanmış, tespit edilebilen 450 sığır, koyun, yük hayvanı, miktarı belirlenemiyen zahire gasbedilmişti. Ayrıca 52 ev, 4 samanlık, 6 ambar, 36 muhtelif bina yakılarak tahrib edilmiş, 2 ırza geçme olayı vukubulmuştur.(13)
(*) Dr. Nuri YAZICI, Milli Mücadelede (Canik Sancağı'nda Pontuscu Faaliyetler 1918-1922); S.51-54
(**) Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Görevlisi (nuriyazici@bahcesehir.edu.tr)
(1) Tayyar Anakök, Alaçam Tarihi, s: 26
(2) Pontos Mes'elesi, S: 10-26
(3) a.g.e., s:55
(4) TBMM Zabıt Ceridesi XV, s: 241
(5) Pontos Mes'elesi, s: 6
(6) a.g.e., s: 3
(7) Tayyar Anakök, a.g.e., s:17-18
(8) a.g.e., s: 17
(9) Pontos Mes'elesi, s: 16-18
(10) a.g.e., s: 7, 50 TİH VI, s: 141
(11) Pontos Mes'elesi, s: 5, 10-26
(12) a.g.e., s: 28-47
(13) a.g.e., s, 146-159
SAMSUN'DA PONTUSÇU FAALİYETLER (*)
SAMSUN'DA PONTUSÇU FAALİYETLER (*)
Yrd. Doç.Dr.Nuri YAZICI(**)
Başlangıçta, Batum'dan Sinop'un doğusuna kadar bütün sahili ve İç Anadolu'da Sivas ve Kayseri'ye kadar geniş bir alanı kaplayan Pontos emeli, bazı politik gelişmelerden sonra Samsun'u merkez seçerek faaliyetlerini burada yoğunlaştırmıştı.
Samsun, coğrafi ve ticari önemi sebebiyle Pontos'a başkent olarak seçilince, nüfusça da desteklenerek Rum mucahir iskânı yoluna gidilmiştir. XIX. yy sonlarında Samsun'un Hançerli, Pazar, Kaleiçi, Çayıriçi (Cedid) ve Meğde mahalleleri gibi büyük müslüman mahalleleri yanında, yerleştirilen Rum'larla yeni mahalleler teşekkül etmişti.
Mütakere'den sonraki günlerde ise, muhacir akını artarken, yabancı işgaliyle ve müfettiş ünvanıyla gelen Yunanistan siyasi memurlarının tahriki ve organizesiyle Rum çetelerinin tecavüzleri de şiddetleniyordu; Samsun'un çıkış yolları Rum eşkiyası tarafından kesiliyor, şehirde silahla dolaşılıyor , şehir yakınlarında yaylım ateşi açılarak dehşet havası estiriliyordu.
Rum halkın Osmanlı Hükümetiyle münasebeti kesilmiş gibiydi; özel ve resmi işler için Metropolidhane'ye müracaat ediliyordu. Nisan 192 1 'de Metropolidhane'de yapılan aramalarda, Rum köylülerin kendi aralarındaki mes'elelerin çözümü için Metropolidhane'ye buşvurduğunu gösteren belgeler ele geçmişti. Hatta bunlar arasında, Metropolid'e yazıIan 18 Haziran 1920 tarihli bir mektupta Karagöl, Kurugökçe, Taflan köylerinde 120 tüfek bulunduğu ve mücadele edileceği bildiriliyordu.Yunanistan'ın bağımsızlık günü olan 7 Nisan'da da, Samsun'da büyük nümayişler yapılmıştı. Rum kulüplerinde konferanslar verilmiş, Yunan gemilerinin büyük maketleri. içlerinde mumlar yakılı 0lduğu halde omuzlarda gezdirilerek gösterilerde bulunulmuştu. Yunanlılar tarafından Samsun'a bilhassa önem verildiği anlaşılmaktadır. Kordos Komitesi bölgede faal haldedir. Samsun'a Yunanlı öğretmenler ve para gönderilmektedir. Ayrıca. İstanbul'da Yunanlılar tarafından yapılan izci teşkilatlarından artan silah ve malzemeler sevkediIerek bölgedeki ayaklanma desteklenmiştir.
SAMSUN'DA RUM'LAR TARAFIDAN KURULAN CEMİYETLER İSE ŞUNLARDI:
1- Samsun Rum Muhacirin Cemiyeti (Le Comite des Emigrants de Samsoun) 1918'de Samsun'da kurulmuş olup, başkanı Metropolid Vekili Ef timos Zilon'du. Cemiyetin gayesi, Anadulu'nun çeşitli yerlerindeki Rum nüfusu Samsun bölgesine iskan ederek çoğunluk teminiydi. Metropolidhane'nin aranması sırasında Eftimos Zilon'un odasında tasarlanan Pontos Cumhuriyeti haritası, çeşitli kazalardan düzenlenmiş, Osmanlı Hükümeti aleyhine propaganda malzemesi olabilecek mektupIar ve para makbuzları ele geçrnişti. Metropolidhane kâtibi Andonaki'nin evrakı arasında bulunan, cemiyetin 19181- 919 yıllarına ait kasa defteri hesabına göre toplam gelirleri 20 657 Osmanlı lirasıydı. Bunun 20 635 lirası muhtelif tarihlerde İstanbul Muhacirin Merkez heyeti'nden gönderilmişti. Bu paranın bir kısmı Canik'teki Rum yetimhanelerine harcanırken, büyük bir kısmı da Samsun Rum köylülerine dağıtılmıştı. Fakat, bu paranın ne karşılığı dağıtılmış olduğu belirtilmemiştir. 1919 - 1920 yılı kasa durumu da, 6 1 325 Osmanlı lirasına bağlanmıştı. Bu paranın da bir kısmı İstanbul Pontos Merkez-i Umumiyesi'n den, Osmanlı Bankası yoluyla geliyordu.
2- PONTUS İDMAN KLÜBÜ:(LE CLUB SPORTİF DU PONT)Canik Mutasarrıflığı'nın 31 Mart 1921 tarih ve 287 sayılı gizli yazısında, Dahiliye Vekâleti'ne bu adla bir cemiyetin kurulduğu, aslında bu cemiyetin Asya-i Suğra Cemiyeti'nin bir şubesi olduğu, Metropolid hane'nin tavassutu ve himayesi altında faaliyet göstererek Rum gençlerini fikirleri etrafıda toplayıp, maksadlarını gerçekleştirmeye çalıştıkları, para topladıkları, beyanname dağıttıkları, kendilerine katılmayanları ölümle tehdit ettikleri bildiriliyordu. Bu cemiyet Kadıköy ve İlyasköy'de bir onbaşı ve on Rum gencinden müteşekkil, silâhlı çeteler de kurmuştu.
3- İrfanperverler Klübü ;(Le Club des PhilomaTes) İdman Klübü ile ortak faaliyette bulunan bir Rum cemiyetiydi. Kendi ifadeleriyle "hemcinslerini YunanlıIığa has bir surette terbiye etmek" amacındaydılar.
4- Müdafaa-İ MeŞrute Cemiyeti :(La Defens, Constitutionelle) Cemiyet bir başkan ve biri veznedar , biri sekreter olmak üzere üç üyeden oluşan heyet tarafından yönetiliyordu. Samsun Metropolidhanesi'ndeki aramalarda elde edilen nizamnamesine göre Ünye, Fatsa, Kavak, Havza, Çarşamba, Bafra, Sinop, Inebolu, Tokat, Kırşehir, Kayseri, Ürgüp'de şubeleri bulunuyordu. Yine kendi ifadelerine göre, uğrayabilecekleri tecavüzlere karşı silâhlı bir şekilde teşkilâtlanmışlardı. Bulundukları bölgeleri kısımlara ayırararak, bir âmir ve on Rum gencinden meydana gelen çeteler kurmuşlardı. Samsun kazası da böyle bir takım bölgelere, bölgeler de kısımlara ayrılmıştı.Aynı teşkilatlanma programı köylerde de uygulanıyor, cemiyete girenlere Incil, Hz. Isa, miIlet ve vatan namına yemin ettiriliyordu. Bunu takip için de, cemiyet içinde mahkemeler kurulmuştu. Teşkilât tamamIanınca yirmi yaşından yukarı bütün Rumlar silâhlandırılmış olacaktı.
5-Mukaddes Rum Anadolu Cemİyetİ :(La Saİnte societé Grecque d'Anatolie) Bu cemiyet de kuruluşunu duyuran beyannamesinde, hadiselerin Müdafaa-i Meşrute Cemiyeti'ni kurmayı gerektirdiğini, yine aynı maksadla ''Mukaddes Rum Anadolu Cemiyeti"nin teşekkül ettiğini bildiriyordu. Gece ve gündüz Rum'luğun hizmetinde ve Istanbul, Izmir, Selânik ve Trabzon gibi yerlerdeki mukaddes Rum cemiyetleriyle temasta oldukIarını bildirdikleri bu beyannamede, amaçlarına ulaşmak için Rum halkının yardımı istenmekteydi : zenginlerden altın, fakirlerden para talep edilirken, vatanın feryadına kulak asmayan, itaat göstermiyenlerin ölümIe cezalandırılacağı belirtiliyordu.
6.Rum Teceddüt ve İhya Cemİyetİ ;(La Societe de Renaissance Grecque) Samsun'da kurulan bu cemiyet de, Müdafaa-i Meşrute cemiyeti'nin bir şubesi gibi, onunla işbirliği halinde çalışmıştır.Bu cemiyetler doğrudan İstanbul'daki Rum cemiyetleri ve Patrikhane'nin proğramı doğrultusunda faaliyet gösteriyorlardı. Mâli bakımdan da, bu merkezlerden desteklendikleri gibi, Rum halktan yardım da toplanıyordu. Bu harcamalar özellikle Aralık 1918 ile Ocak 1921 arasına yığılmıştır. Bu yıllar arasında Sarnsun Metropolidhane kasasından toplam 3256 431 kuruş harcama yapılmıştır. Bu paranın büyük bir kısmı, 1 908 085 kuruş' u Sarnsun ve Canik Sancağı'nın diğer kasaba heyetlerine, muhacir iskan ve iaşesi için verilmişti. Köyler ve kasabalarda şahıslara ödenen para miktarı da 993 085 kuruşu buluyordu. Metropolidhane katibi Andonaki'nin evrakı arasında bulunan cep defterinden anlaşıldığına göre Tokat ve Kayseri yetimhaneleri ile Yunan Kızıl Haç Heyeti'ne ise toplam 670 000 kuruş verilmişti. Bu para ve silah desteğiyle sürdürülen faaliyetlerin yanında, işgalcilere casusluk yapıldığı gibi, Türk halkının mukavemetini kıracak propaganda beyannameleri de dağıtılıyordu. Bütün bunlardan maksat mahalli asayişi bozuk gösterip bir yabancı müdahalesini temin ve doğacak buhrandan istifadeyle bu topraklarda bir ''Pontos Devleti'' ilan etmekti.
(*) Dr. Nuri Yazıcı Milli Mücadele de Canik Sancağında Pontuscu faliyetler. (1918-1822); 1989 Ank.
(**) Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi (nuriyazici@bahcesehir.edu.tr)
Yrd. Doç.Dr.Nuri YAZICI(**)
Başlangıçta, Batum'dan Sinop'un doğusuna kadar bütün sahili ve İç Anadolu'da Sivas ve Kayseri'ye kadar geniş bir alanı kaplayan Pontos emeli, bazı politik gelişmelerden sonra Samsun'u merkez seçerek faaliyetlerini burada yoğunlaştırmıştı.
Samsun, coğrafi ve ticari önemi sebebiyle Pontos'a başkent olarak seçilince, nüfusça da desteklenerek Rum mucahir iskânı yoluna gidilmiştir. XIX. yy sonlarında Samsun'un Hançerli, Pazar, Kaleiçi, Çayıriçi (Cedid) ve Meğde mahalleleri gibi büyük müslüman mahalleleri yanında, yerleştirilen Rum'larla yeni mahalleler teşekkül etmişti.
Mütakere'den sonraki günlerde ise, muhacir akını artarken, yabancı işgaliyle ve müfettiş ünvanıyla gelen Yunanistan siyasi memurlarının tahriki ve organizesiyle Rum çetelerinin tecavüzleri de şiddetleniyordu; Samsun'un çıkış yolları Rum eşkiyası tarafından kesiliyor, şehirde silahla dolaşılıyor , şehir yakınlarında yaylım ateşi açılarak dehşet havası estiriliyordu.
Rum halkın Osmanlı Hükümetiyle münasebeti kesilmiş gibiydi; özel ve resmi işler için Metropolidhane'ye müracaat ediliyordu. Nisan 192 1 'de Metropolidhane'de yapılan aramalarda, Rum köylülerin kendi aralarındaki mes'elelerin çözümü için Metropolidhane'ye buşvurduğunu gösteren belgeler ele geçmişti. Hatta bunlar arasında, Metropolid'e yazıIan 18 Haziran 1920 tarihli bir mektupta Karagöl, Kurugökçe, Taflan köylerinde 120 tüfek bulunduğu ve mücadele edileceği bildiriliyordu.Yunanistan'ın bağımsızlık günü olan 7 Nisan'da da, Samsun'da büyük nümayişler yapılmıştı. Rum kulüplerinde konferanslar verilmiş, Yunan gemilerinin büyük maketleri. içlerinde mumlar yakılı 0lduğu halde omuzlarda gezdirilerek gösterilerde bulunulmuştu. Yunanlılar tarafından Samsun'a bilhassa önem verildiği anlaşılmaktadır. Kordos Komitesi bölgede faal haldedir. Samsun'a Yunanlı öğretmenler ve para gönderilmektedir. Ayrıca. İstanbul'da Yunanlılar tarafından yapılan izci teşkilatlarından artan silah ve malzemeler sevkediIerek bölgedeki ayaklanma desteklenmiştir.
SAMSUN'DA RUM'LAR TARAFIDAN KURULAN CEMİYETLER İSE ŞUNLARDI:
1- Samsun Rum Muhacirin Cemiyeti (Le Comite des Emigrants de Samsoun) 1918'de Samsun'da kurulmuş olup, başkanı Metropolid Vekili Ef timos Zilon'du. Cemiyetin gayesi, Anadulu'nun çeşitli yerlerindeki Rum nüfusu Samsun bölgesine iskan ederek çoğunluk teminiydi. Metropolidhane'nin aranması sırasında Eftimos Zilon'un odasında tasarlanan Pontos Cumhuriyeti haritası, çeşitli kazalardan düzenlenmiş, Osmanlı Hükümeti aleyhine propaganda malzemesi olabilecek mektupIar ve para makbuzları ele geçrnişti. Metropolidhane kâtibi Andonaki'nin evrakı arasında bulunan, cemiyetin 19181- 919 yıllarına ait kasa defteri hesabına göre toplam gelirleri 20 657 Osmanlı lirasıydı. Bunun 20 635 lirası muhtelif tarihlerde İstanbul Muhacirin Merkez heyeti'nden gönderilmişti. Bu paranın bir kısmı Canik'teki Rum yetimhanelerine harcanırken, büyük bir kısmı da Samsun Rum köylülerine dağıtılmıştı. Fakat, bu paranın ne karşılığı dağıtılmış olduğu belirtilmemiştir. 1919 - 1920 yılı kasa durumu da, 6 1 325 Osmanlı lirasına bağlanmıştı. Bu paranın da bir kısmı İstanbul Pontos Merkez-i Umumiyesi'n den, Osmanlı Bankası yoluyla geliyordu.
2- PONTUS İDMAN KLÜBÜ:(LE CLUB SPORTİF DU PONT)Canik Mutasarrıflığı'nın 31 Mart 1921 tarih ve 287 sayılı gizli yazısında, Dahiliye Vekâleti'ne bu adla bir cemiyetin kurulduğu, aslında bu cemiyetin Asya-i Suğra Cemiyeti'nin bir şubesi olduğu, Metropolid hane'nin tavassutu ve himayesi altında faaliyet göstererek Rum gençlerini fikirleri etrafıda toplayıp, maksadlarını gerçekleştirmeye çalıştıkları, para topladıkları, beyanname dağıttıkları, kendilerine katılmayanları ölümle tehdit ettikleri bildiriliyordu. Bu cemiyet Kadıköy ve İlyasköy'de bir onbaşı ve on Rum gencinden müteşekkil, silâhlı çeteler de kurmuştu.
3- İrfanperverler Klübü ;(Le Club des PhilomaTes) İdman Klübü ile ortak faaliyette bulunan bir Rum cemiyetiydi. Kendi ifadeleriyle "hemcinslerini YunanlıIığa has bir surette terbiye etmek" amacındaydılar.
4- Müdafaa-İ MeŞrute Cemiyeti :(La Defens, Constitutionelle) Cemiyet bir başkan ve biri veznedar , biri sekreter olmak üzere üç üyeden oluşan heyet tarafından yönetiliyordu. Samsun Metropolidhanesi'ndeki aramalarda elde edilen nizamnamesine göre Ünye, Fatsa, Kavak, Havza, Çarşamba, Bafra, Sinop, Inebolu, Tokat, Kırşehir, Kayseri, Ürgüp'de şubeleri bulunuyordu. Yine kendi ifadelerine göre, uğrayabilecekleri tecavüzlere karşı silâhlı bir şekilde teşkilâtlanmışlardı. Bulundukları bölgeleri kısımlara ayırararak, bir âmir ve on Rum gencinden meydana gelen çeteler kurmuşlardı. Samsun kazası da böyle bir takım bölgelere, bölgeler de kısımlara ayrılmıştı.Aynı teşkilatlanma programı köylerde de uygulanıyor, cemiyete girenlere Incil, Hz. Isa, miIlet ve vatan namına yemin ettiriliyordu. Bunu takip için de, cemiyet içinde mahkemeler kurulmuştu. Teşkilât tamamIanınca yirmi yaşından yukarı bütün Rumlar silâhlandırılmış olacaktı.
5-Mukaddes Rum Anadolu Cemİyetİ :(La Saİnte societé Grecque d'Anatolie) Bu cemiyet de kuruluşunu duyuran beyannamesinde, hadiselerin Müdafaa-i Meşrute Cemiyeti'ni kurmayı gerektirdiğini, yine aynı maksadla ''Mukaddes Rum Anadolu Cemiyeti"nin teşekkül ettiğini bildiriyordu. Gece ve gündüz Rum'luğun hizmetinde ve Istanbul, Izmir, Selânik ve Trabzon gibi yerlerdeki mukaddes Rum cemiyetleriyle temasta oldukIarını bildirdikleri bu beyannamede, amaçlarına ulaşmak için Rum halkının yardımı istenmekteydi : zenginlerden altın, fakirlerden para talep edilirken, vatanın feryadına kulak asmayan, itaat göstermiyenlerin ölümIe cezalandırılacağı belirtiliyordu.
6.Rum Teceddüt ve İhya Cemİyetİ ;(La Societe de Renaissance Grecque) Samsun'da kurulan bu cemiyet de, Müdafaa-i Meşrute cemiyeti'nin bir şubesi gibi, onunla işbirliği halinde çalışmıştır.Bu cemiyetler doğrudan İstanbul'daki Rum cemiyetleri ve Patrikhane'nin proğramı doğrultusunda faaliyet gösteriyorlardı. Mâli bakımdan da, bu merkezlerden desteklendikleri gibi, Rum halktan yardım da toplanıyordu. Bu harcamalar özellikle Aralık 1918 ile Ocak 1921 arasına yığılmıştır. Bu yıllar arasında Sarnsun Metropolidhane kasasından toplam 3256 431 kuruş harcama yapılmıştır. Bu paranın büyük bir kısmı, 1 908 085 kuruş' u Sarnsun ve Canik Sancağı'nın diğer kasaba heyetlerine, muhacir iskan ve iaşesi için verilmişti. Köyler ve kasabalarda şahıslara ödenen para miktarı da 993 085 kuruşu buluyordu. Metropolidhane katibi Andonaki'nin evrakı arasında bulunan cep defterinden anlaşıldığına göre Tokat ve Kayseri yetimhaneleri ile Yunan Kızıl Haç Heyeti'ne ise toplam 670 000 kuruş verilmişti. Bu para ve silah desteğiyle sürdürülen faaliyetlerin yanında, işgalcilere casusluk yapıldığı gibi, Türk halkının mukavemetini kıracak propaganda beyannameleri de dağıtılıyordu. Bütün bunlardan maksat mahalli asayişi bozuk gösterip bir yabancı müdahalesini temin ve doğacak buhrandan istifadeyle bu topraklarda bir ''Pontos Devleti'' ilan etmekti.
(*) Dr. Nuri Yazıcı Milli Mücadele de Canik Sancağında Pontuscu faliyetler. (1918-1822); 1989 Ank.
(**) Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi (nuriyazici@bahcesehir.edu.tr)
ATATÜRK’ÜN SİYASAL KİŞİLİĞİ
ATATÜRK’ÜN SİYASAL KİŞİLİĞİ *
Yrd. Doç. Dr. Nuri YAZICI**
İngiltere Başbakanı Lloyd George, Anadolu’daki başarısızlığı gerekçe gösterilerek verilen gensoru ile başbakanlıktan düşürülürken Parlamento’da kendini şöyle savunuyordu: “Arkadaşlar! Yüzyıllar nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğe bakın ki, o dâhi çağımızda Türkler’e nasip oldu ve benim karşıma çıktı.”
Mustafa Kemal Atatürk, İstiklâl Harbi’nin muzaffer Başkomutanı, çağdaşlaşma hareketinin önderi ve inkılâpların felsefesini yansıtan görüşleri ve söylevleriyle de bir fikir adamı idi. Onun yalnızca Türk tarihinde değil, dünya tarihinde de iz bırakan özelliği devlet kurculuğudur. O bu özelliğiyle bir milletin tarihinin akışını değiştirdiği gibi büyük devletlerin Ön Asya projesini de büyük ölçüde bozmuştur. İngiltere Başbakanı yukarıdaki sözüyle, uluslar arası politikalardaki gücünü anlattığı gibi, bu politikaları engelleyen siyasî dehâyı da kabullenmektedir; İngiltere kendinden ve gücünden o kadar emin ki, onu ancak bir siyaset dâhisi durdurabilirdi.
Mustafa Kemal, öğrencilik yıllarından itibaren milletinin geleceğiyle ilgili fikirler üretmiş, siyasal faaliyetlerde bulunmuş, gelecekten sorumluluk duyan bir aydın insan portresi çizmiştir. Askerlik mesleğinin ilk yıllarında, Şam’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurmuş (1905), daha sonra çoğunlukla asker aydınların oluşturduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde yer almıştır.
“Bir şey yapmak isteyen hedefini bulur, yapmak istemeyen de nedeni bulur.” özdeyişini haklı çıkartırcasına karşılaştığı güçlüklerden yılmayan Mustafa Kemal bir taraftan siyasal faaliyetlerde bulunurken, bir taraftan da askerlik mesleğinde hızla yükselmektedir; çeşitli savaş cephelerinde bulunmuş olması ondaki siyasal düşüncenin belirginleşmesine, adeta kristalize olmasına katkıda bulunmuştur; bu dönemlerde üstlerine yazdığı mektuplarda, çektiği telgraflarda Anadolu çocuklarının, Anadolu’dan çok uzak yerlerde heba edilmesinin bir gün Anadolu’yu savunmasız bırakacağı hususunda uyarıyordu.
13 Kasım 1918’de, Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığının kaldırılmasından sonra İstanbul’a geldiği gün Müttefik donanması da Boğazı işgal ediyordu; “Geldikleri gibi giderler.” demişti. Teslimiyetçi olmayan, mücadeleci bir siyasal kişilik ... Fakat Saltanat ve İstanbul Hükümeti tam tersi bir siyaset izleyince, kurtuluş çaresini bizzat Türk halkına müracaatta görecektir.
Tarih, olacak olanların değil olmuş olayların hikâyesidir denir: Mustafa Kemal Paşa İstanbul’da kalarak ve geleneksel Osmanlı siyasetiyle kurtuluşun olamayacağını görmüş ve düşünülen çeşitli kurtuluş çareleri karşısında kendi kararını şöyle tespit etmiştir. Millî hakimiyete dayalı, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak. Mustafa Kemal Paşa, “Daha İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar, bu karar olmuştur.” diyor. Mustafa Kemal Paşa’nın düşündüğü bu siyasal hedefin adı konacaksa “Cumhuriyet, demek lâzım gelir. Çünkü o, millet büyük fedakârlıklarla bağımsızlığını temin etse bile, bu bağımsızlığın tamamlanmış sayılamayacağı düşüncesindedir. Tarihî tecrübe de bunu doğrulamaktadır. Saltanat/Monarşi kendini güçlü hissettiği anda yeniden yüksek egemenliği elinde bulundurmak istemiştir. Demek ki, daha başlangıçta Millî Mücadelenin askerî cephesinin yanında bir de siyasal cephesi vardır. Bu da geleneksel Osmanlı toplum ve devlet yapısının değişeceğidir.
Teokratik, monarşik bir imparatorluk olarak tanımlanan Osmanlı Devleti’nin tarihî süreç içinde lâik, demokratik ve millî bir devlete dönüştüğü görülecektir... Amasya Genelgesi ile başlayıp Erzurum ve Sivas Kongreleri kararlarıyla devam eden süreçte alınan karaların siyaseten ne anlama geldiği Saltanat ve İstanbul hükümeti mensuplarınca da anlaşıldığı için Mustafa Kemal Paşa sadece işgal ve istilâya karşı değil, İstanbul Hükümeti’ne karşı da mücadele etmiştir. Başka bir ifadeyle bu siyasal gidişi ve değişimi gören Saltanat ve İstanbul Hükümeti, Millî Mücadele’ye karşı düşmanca bir politika izlemiş ve bu durum onları İtilâf güçleriyle aynı çizgiye getirmiştir. Nitekim Ali Rıza Paşa, Ahmet İzzet Paşa’yı ziyaretinde, Mustafa Kemal Paşa hakkında konuşurken; “Cumhuriyet yapacaklar, cumhuriyet yapacaklar.” der (Nutuk I, 233).
Millî Mücadele’ye Mustafa Kemal ile birlikte başlayan bazı asker veya siyaset arkadaşları “Millî hayatın bugünkü Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet kanunlarına kadar gelen tekâmülâtında, kendi fikriyat ve ruhiyatının ihatası hududu bittikçe...” Mustafa Kemal Paşa’ya karşı çıkmaya ve direnmeye başlamışlardır.
Bütün bu çok yönlü olayların ortasında dengeleri bulan ama hedefinden hiç sapmadan yoluna devam edebilmek başarısını gösteren ve başaran Mustafa Kemal nasıl bir siyaset izlemişti? Mustafa Kemal Atatürk bu siyaseti, “uygulamayı bir takım safhalara ayırmak ve vakalardan ve hadiselerden yararlanarak milletin hislerini ve fikirlerini hazır hale getirmek ve kademe kademe yürüyerek hedefe ulaşmak...” biçiminde açıklamaktadır (Nutuk I, 14). Böylece Mustafa Kemal Paşa’nın gerçekçi bir siyaset izlediğini görüyoruz; halkın, yüzlerce yıllık geleneksel siyaset alışkanlıklarından birden vazgeçemeyeceğini görmektedir.
Mustafa Kemal Paşa’nın siyasal kişiliğinin de, kurduğu devletin de özünde “Millî hakimiyet, fikri bulunmaktadır: “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” Aynı ifadeye bir de kimin değildir sorusuyla bakarsak, o zaman siyaset anlayışı daha da aydınlanır: Hakimiyet bir şahsın, dinsel veya siyasal bir zümrenin değildir... Böylece saltanat ve hilâfet gibi kurumların siyasal geleceği hakkında fikir sahibi olunur. Bu noktada lâik ve demokratik bir devlet geleneğine geçiş sürecinin başladığı savunulabilir.
Siyasal anlamda bir değişimin yaşanmakta olduğu, siyaseti iyi gözlemleyenler tarafında tespit edilmektedir. İşgal kuvvetleri de bunu görüyor olmalılar. Çünkü, 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgali günü yayımladıkları tebliğde, “Osmanlı Devleti’nin yıkıntılarından yeni bir Türkiye’nin kurulması için son bir ümidi cinnetleriyle mahvetmek...” isteyenlere kapılınmaması hususunda halk uyarılmaktaydı.
Misâk-i Millî, Türk milletinin bir bağımsızlık beyannâmesiydi. Fakat İtilâf devletlerinin buna tepkisi sert oldu.. Bu belge geleneksel saltanatçı politikaların da önünde bir engeldi. Bu engel ve bu belgeyi kabule den Mebusan Meclisi, İtilâf devletlerinin İstanbul’u işgaliyle aşılmak istenmiştir. 11 Nisan 1920’de Mebusan Meclisi’nin feshedilmesiyle Saltanat/Monarşi egemenliği yine mutlak anlamda ele geçirmiş olur ama, bu durum Ankara’da TBMM’nin toplanması olayını hızlandırmıştır.
23 Nisan 1920 TBMM’nin açılmasını yeni Türkiye devletinin kuruluş tarihi olarak kabul eden araştırmacılar da vardır; gerçekten bu meclis yeni bir anayasa yapmış ve bu anayasada “Türkiye Devleti” (md: 3) ifadesi kullanılmıştır. Bu anayasanın 1. ve 2. maddelerinde hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir denilmekte, yürütme ve yasama yetkilerinin “milletin yegâne ve hakiki mümessili olan” TBMM’ye ait olduğu belirtilmektedir. Böyle bir oluşumun mahiyeti kolayca anlaşılabilir. Mustafa Kemal Paşa’nın ifadeleriyle, “Böyle bir hükümet, hakimiyet-i millîye esasına müstenit halk hükümetidir. Cumhuriyettir...”(Nutuk II, 438)
Bu gelişmelerin Mustafa Kemal’in, 19 Mayıs 1919’dan itibaren uygulamayı bir takım safhalara ayırmak, milletin hislerini ve fikirlerini hazır hale getirerek kademe kademe yürürlüğe koymak siyasetine tamamen uygun olduğunu söyleyebiliriz. Saltanat / Hilâfet makamıyla çatışmamaya özen gösterip, İstanbul Hükümetlerinin yanlış politikalarını eleştirerek ve olayların gelişmelerinden yararlanarak “yeni bir Türk devleti kurmak” hedefine de ulaşılmaktadır.
23 Nisan 1920’ye kadar Temsil Kurulu ile İstanbul Hükümetleri arasında görülen çatışmayla ortaya çıkan iki başlılık, bu tarihten sonra İstanbul hükümetleriyle, Ankara hükümetleri arasında sürecektir: Bu mücadelenin siyasî nedeni Türk milletini temsil iddiasıdır. İtilaf devletleri de bu durumdan yararlanmaya çalışmışlardır. Fakat Mustafa Kemal Paşa izlediği siyasetle ne bir iç çatışmaya, ne de İtilâf devletlerinin bir oyununa fırsat vermemiştir.
Millî Mücadele’nin bu döneminde Mustafa Kemal Paşa, bütün dikkatini Anadolu’ya yönelen işgal ve istilâyı sona erdirmeye yöneltmiştir. Büyük askerî zaferleri onu karizmatik bir lider yapmış ve halkın büyük desteğini ve güvenini kazanmıştır. Halk, başta padişah / halife bulunmadan da kurtulabildiğini, zafer kazanıldığını görmüştür. Adetâ ayrı bir dünyanın farkına varmıştır.
Bu siyasal ortamda TBMM, hemen hemen oy birliğiyle (1 oy hariç) 1 Kasım 1922’de Saltanat’ı kaldırmıştır. Burada saltanatın hilâfetten ayrılması da siyasî bir manevradır. Böylece büyük devletlerin Anadolu’yu Saltanatçı – Cumhuriyetçi çatışmasına sürüklemesinin önüne geçilmiştir.
TBMM, 30 Ekim 1922 tarih ve 307 no’lu kararıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun sona erdiğini, padişahlığın artık tarihe intikal ettiğini ve yeni Türkiye Hükümeti’nin onun yerine kurulduğunu kabul ve ilân etmiştir. 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasını sağlayan kanunla da, Osmanlı Devleti’nin İstanbul’un işgal edildiği 16 Mart 1920’de sona erdiği belirtilmiştir.
Şimdi yeni bir dönem başlıyordu; ya bütün olumsuzlukları, düşmanca tutumları, ihaneti, düşmanla yaptığı işbirliği unutularak geleneksel Osmanlı saltanatı sürdürülecek ya da, yüzyıllarca süren musibetlerden alınan derslerle ve vatanın her köşesini sulayan kanların bahşettiği bağımsızlıkla batılı devletlerle eş, egemen ve çağdaş bir devlet kurulacaktı.
Saltanat’ın kaldırılmasıyla bir dönem bitti: Batının karşısında ezik, güçsüz, sömürülen bir devlet ve toplum olma dönemi bitti. İlimci, araştırıcı zihniyet sahibi, kalkınmış, çağdaş bir Avrupa devleti olmaya yönelinmiştir. İlginç olan böyle bir hedefe yine Avrupa ile savaşılarak gelinmiş olmasıdır. Bu durumu Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekçi siyasetiyle anlamak mümkündür.
Mustafa Kemal Atatürk, yeni Türk devletinin izleyeceği siyaseti “millî siyaset” diye tanımlamıştır. Bu siyaset içte bütün millî kuvvetleri, millî sınırlar içinde yığarak millet ve memleketin mutluluğunu ve refahını sağlamaktadır. Dışta ise çağdaş ve insanî ilişkiler kurmak, karşılıklı saygı ve eşitlik ilkesini esas alır.
Millî siyasetin içe dönük iki esası vardı: Milliyetçilik ve Lâiklik.
Milliyetçilik politikaları bağımsızlık ve ekonomik bakımından kendine yeterlik ilkelerini öngörüyordu. Özellikle kültür politikalarında belirginleşmiştir. Yeni Türk alfabesinin kabulü, Türk Tarih Kurumu’nun, Türk Dil Kurumu’nun kurulması, tarih ve yurt bilgisi derslerinin içeriği, devleti ve toplumu tanımlayan ögelerin Türk ve Türkiye adlarıyla tanımlanması, yeni devlet ve toplum yapısının ekseninin Türk kültürü olduğunu gösterir.
Hilâfetin, Evkâf ve Şeriyye Vekâleti’nin kaldırılması, Tevlüd-i Tedrisat Kanunu’nun çıkarılması, Türk Medenî Hukuku’nun çıkarılması ve hukuk alanındaki yeni düzenlemeler lâik devlet ve lâik toplum politikalarının kanıtıdır. Böylece Osmanlı geleneksel siyasetindeki dinsel toplum ve dinsel devlet politikaları terk edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti aynı zamanda bir demokrasi hareketi olarak ortaya çıkmıştı; daha başlangıçta Sivas Kongresi’ne çağrı yapılırken Amasya Genelgesi’yle “milletin güvenini kazanmış” delegelerin hemen yola çıkarılması istenmekteydi.
Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde halkı temsil etmek üzere “Heyet-i Temsiliye”ler seçilmiş ve Mustafa Kemal Paşa, Kongre çalışmalarında daima delegelerle birlikte hareket etmiştir. Bu hususta kendisi, daima delegelerle birlikte hareket etmiştir. Bu hususta kendisi, “Ben istese idim derhal askerî bir diktatörlük kurar ve memleketi öyle idareye kalkışırdım. Fakat ben istedim ki, milletim için modern bir devlet kurayım ve onu yaptım.” demiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, millî hakimiyet siyasetini devlet yönetiminin esası yaparken Osmanlı dönemine, bir “şahıs devleti” olduğu eleştirisini yöneltir. Ona göre Osmanlı dönemindeki icraatlar milletin arzusu ve gerçek ihtiyaçları istikâmetinde olmaktan çok, Saltanatın ve onun etrafındaki küçük bir zümrenin arzuları, emelleri istikâmetinde idi.. Bu çevre Padişahın arzularını bir ilâhî gerek, dinsel bir icap gibi göstermekten de çıkar umuyorlardı. Bu şahıs yönetim mutlakiyet tarihî seyir içinde iyice güçsüzleşti ve “devletin ölmesiyle” sonuçlandı. Devletin ölmesi demek, fonksiyonlarını yerine getirememesiydi. Amasya Genelgesi’nde belirtildiği gibi “vatanın bütünlüğünün, milletin istiklâlinin tehlikede” olması demekti. Mustafa Kemal Paşa, bu döneme yönelik eleştirilerinde devlet ölmüştü, bir millî devir yaşamıyorduk der: “Türk milleti bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatıyla bir devlet” kuruyordu.
Mustafa Kemal Paşa, 27 Ocak 1923’de İzmir Hükümet Konağı’nda yaptığı konuşmada “hakimiyeti milletin uhdesinde tutmak, bu hakimiyetin bir zerresini sıfatı, ismi ne olursa olsun hiçbir makama vermemek, verdirmemektir.” demiştir. Nitekim, kendisine yapılan halife olma teklifini reddetmiş, ömür boyu cumhurbaşkanı olma şayiaları üzerine de, bu tür söylentilerden ciddî biçimde incindiğini belirterek, “Benim gayem Türkiye’de, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde millet egemenliğini takviye etmek ve ebedîleştirmektir.” demiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, bu demokratik siyaset anlayışını kurumlaştırarak, ebedî kılmak istemişti: Çok partili siyasî hayata geçme çabaları, kadınlara siyasî haklar tanınması demokratik devlet ve demokratik toplum politikalarının kanıtıdır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün millî hakimiyet ve demokrasi siyasetiyle, çağdaş kalkınmış bir Türkiye siyasetini özetle anlatması bakımından Arnold Tynbee’nin şu sözlerini nakletmek yerine olacaktır. O, Atatürk’ü tanımlarken, “Bir insan ömrünün boyutları içinde Fransa İhtilâli ve Sanayi İhtilâli çakışmıştır.” demektedir.
Sonuç olarak; Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatı ve eseri incelendikten sonra karşımıza şöyle biri siyasetçi profili çıkmaktadır:
a) Mustafa Kemal Atatürk, tam bağımsızlık, millî hakimiyet ve modernleşme / çağdaşlaşma ilkelerinden kaynaklanan bir siyasetin takipçisi olmuştur.
b) Mustafa Kemal Paşa’nın siyasal kişiliğinin en güçlü yanı devlet kuruculuğudur. O bu özelliğiyle kendisinden önceki reformlardan ve reformculardan ayrılır; Teokratik, monarşik, geleneksel Osmanlı Devleti’nin çöküntülerinden millî, lâik, demokratik bir devlet kurabilmiştir.
c) Mustafa Kemal Atatürk, Millî Mücadele yıllarında ve Cumhuriyet dönemindeki inkılâp hareketlerinin uygulanmasında siyasetin uygun ortamını gözlemiş, halkın desteğini kazanmaya itina göstermiş, inkılâpların halk tarafından haklılığının kabulü anını beklemiştir.
d) Mustafa Kemal Atatürk, iç ve dış politikada gerçekçi bir siyasetin kurucusu ve takipçisi olmuştur. Bu hususta onu genellikle Enver Paşa ile karşılaştıranlar Mustafa Kemal Paşa’yı askerî ve siyasî bakımdan gerçekçi bulmuşlardır.
e) Atatürk’ün siyasal kişiliğinin en önemli yanlarından bir de Türk milletine ve onun geleceğine olan inanç ve güvendir; Onuncu Yıl Nutku’nda “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkışafıyla, geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” diye haykırışındaki heyecan ve hissiyatı duymak lâzımdır.
1 Nisan 1937’de Cumhuriyet gazetesinde çıkan konuşmasında, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı günkü ortamı anlatırken elinde hiçbir maddî kuvvetin olmadığını söylüyor ve “Ben Türk ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki, bunu adetâ gözlerimle görüyordum.” diyor.
Mustafa Kemal Atatürk, siyasal kişiliğiyle ve dehâsıyla, her şeyin sona erdiği, bittiği zannedildiği bir zamanda milletine güvenle ve onunla elbirliği yaparak nelerin olabileceğini ortaya koymuştur. Atatürk bu kişiliğiyle bir milletin kurtuluşunu sağladığı gibi, geleceğini de inşa eden bir siyaset adamı olmuştur.
Hatırası ve eseri önünde saygıyla ve minnetle eğiliyoruz.
* Selçuk Üniversitesi tarafından 11 Kasım 2002 tarihinde düzenlenen Atatürk’ü Anlamak konulu panelde bildiri olarak sunulmuştur.
** Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi (nuriyazici@bahcesehir.edu.tr )
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi
ATA DERGİSİ
Sayı:10
Konya-2002
Sayfa: 235-242
Yrd. Doç. Dr. Nuri YAZICI**
İngiltere Başbakanı Lloyd George, Anadolu’daki başarısızlığı gerekçe gösterilerek verilen gensoru ile başbakanlıktan düşürülürken Parlamento’da kendini şöyle savunuyordu: “Arkadaşlar! Yüzyıllar nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğe bakın ki, o dâhi çağımızda Türkler’e nasip oldu ve benim karşıma çıktı.”
Mustafa Kemal Atatürk, İstiklâl Harbi’nin muzaffer Başkomutanı, çağdaşlaşma hareketinin önderi ve inkılâpların felsefesini yansıtan görüşleri ve söylevleriyle de bir fikir adamı idi. Onun yalnızca Türk tarihinde değil, dünya tarihinde de iz bırakan özelliği devlet kurculuğudur. O bu özelliğiyle bir milletin tarihinin akışını değiştirdiği gibi büyük devletlerin Ön Asya projesini de büyük ölçüde bozmuştur. İngiltere Başbakanı yukarıdaki sözüyle, uluslar arası politikalardaki gücünü anlattığı gibi, bu politikaları engelleyen siyasî dehâyı da kabullenmektedir; İngiltere kendinden ve gücünden o kadar emin ki, onu ancak bir siyaset dâhisi durdurabilirdi.
Mustafa Kemal, öğrencilik yıllarından itibaren milletinin geleceğiyle ilgili fikirler üretmiş, siyasal faaliyetlerde bulunmuş, gelecekten sorumluluk duyan bir aydın insan portresi çizmiştir. Askerlik mesleğinin ilk yıllarında, Şam’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurmuş (1905), daha sonra çoğunlukla asker aydınların oluşturduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde yer almıştır.
“Bir şey yapmak isteyen hedefini bulur, yapmak istemeyen de nedeni bulur.” özdeyişini haklı çıkartırcasına karşılaştığı güçlüklerden yılmayan Mustafa Kemal bir taraftan siyasal faaliyetlerde bulunurken, bir taraftan da askerlik mesleğinde hızla yükselmektedir; çeşitli savaş cephelerinde bulunmuş olması ondaki siyasal düşüncenin belirginleşmesine, adeta kristalize olmasına katkıda bulunmuştur; bu dönemlerde üstlerine yazdığı mektuplarda, çektiği telgraflarda Anadolu çocuklarının, Anadolu’dan çok uzak yerlerde heba edilmesinin bir gün Anadolu’yu savunmasız bırakacağı hususunda uyarıyordu.
13 Kasım 1918’de, Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığının kaldırılmasından sonra İstanbul’a geldiği gün Müttefik donanması da Boğazı işgal ediyordu; “Geldikleri gibi giderler.” demişti. Teslimiyetçi olmayan, mücadeleci bir siyasal kişilik ... Fakat Saltanat ve İstanbul Hükümeti tam tersi bir siyaset izleyince, kurtuluş çaresini bizzat Türk halkına müracaatta görecektir.
Tarih, olacak olanların değil olmuş olayların hikâyesidir denir: Mustafa Kemal Paşa İstanbul’da kalarak ve geleneksel Osmanlı siyasetiyle kurtuluşun olamayacağını görmüş ve düşünülen çeşitli kurtuluş çareleri karşısında kendi kararını şöyle tespit etmiştir. Millî hakimiyete dayalı, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak. Mustafa Kemal Paşa, “Daha İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar, bu karar olmuştur.” diyor. Mustafa Kemal Paşa’nın düşündüğü bu siyasal hedefin adı konacaksa “Cumhuriyet, demek lâzım gelir. Çünkü o, millet büyük fedakârlıklarla bağımsızlığını temin etse bile, bu bağımsızlığın tamamlanmış sayılamayacağı düşüncesindedir. Tarihî tecrübe de bunu doğrulamaktadır. Saltanat/Monarşi kendini güçlü hissettiği anda yeniden yüksek egemenliği elinde bulundurmak istemiştir. Demek ki, daha başlangıçta Millî Mücadelenin askerî cephesinin yanında bir de siyasal cephesi vardır. Bu da geleneksel Osmanlı toplum ve devlet yapısının değişeceğidir.
Teokratik, monarşik bir imparatorluk olarak tanımlanan Osmanlı Devleti’nin tarihî süreç içinde lâik, demokratik ve millî bir devlete dönüştüğü görülecektir... Amasya Genelgesi ile başlayıp Erzurum ve Sivas Kongreleri kararlarıyla devam eden süreçte alınan karaların siyaseten ne anlama geldiği Saltanat ve İstanbul hükümeti mensuplarınca da anlaşıldığı için Mustafa Kemal Paşa sadece işgal ve istilâya karşı değil, İstanbul Hükümeti’ne karşı da mücadele etmiştir. Başka bir ifadeyle bu siyasal gidişi ve değişimi gören Saltanat ve İstanbul Hükümeti, Millî Mücadele’ye karşı düşmanca bir politika izlemiş ve bu durum onları İtilâf güçleriyle aynı çizgiye getirmiştir. Nitekim Ali Rıza Paşa, Ahmet İzzet Paşa’yı ziyaretinde, Mustafa Kemal Paşa hakkında konuşurken; “Cumhuriyet yapacaklar, cumhuriyet yapacaklar.” der (Nutuk I, 233).
Millî Mücadele’ye Mustafa Kemal ile birlikte başlayan bazı asker veya siyaset arkadaşları “Millî hayatın bugünkü Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet kanunlarına kadar gelen tekâmülâtında, kendi fikriyat ve ruhiyatının ihatası hududu bittikçe...” Mustafa Kemal Paşa’ya karşı çıkmaya ve direnmeye başlamışlardır.
Bütün bu çok yönlü olayların ortasında dengeleri bulan ama hedefinden hiç sapmadan yoluna devam edebilmek başarısını gösteren ve başaran Mustafa Kemal nasıl bir siyaset izlemişti? Mustafa Kemal Atatürk bu siyaseti, “uygulamayı bir takım safhalara ayırmak ve vakalardan ve hadiselerden yararlanarak milletin hislerini ve fikirlerini hazır hale getirmek ve kademe kademe yürüyerek hedefe ulaşmak...” biçiminde açıklamaktadır (Nutuk I, 14). Böylece Mustafa Kemal Paşa’nın gerçekçi bir siyaset izlediğini görüyoruz; halkın, yüzlerce yıllık geleneksel siyaset alışkanlıklarından birden vazgeçemeyeceğini görmektedir.
Mustafa Kemal Paşa’nın siyasal kişiliğinin de, kurduğu devletin de özünde “Millî hakimiyet, fikri bulunmaktadır: “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” Aynı ifadeye bir de kimin değildir sorusuyla bakarsak, o zaman siyaset anlayışı daha da aydınlanır: Hakimiyet bir şahsın, dinsel veya siyasal bir zümrenin değildir... Böylece saltanat ve hilâfet gibi kurumların siyasal geleceği hakkında fikir sahibi olunur. Bu noktada lâik ve demokratik bir devlet geleneğine geçiş sürecinin başladığı savunulabilir.
Siyasal anlamda bir değişimin yaşanmakta olduğu, siyaseti iyi gözlemleyenler tarafında tespit edilmektedir. İşgal kuvvetleri de bunu görüyor olmalılar. Çünkü, 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgali günü yayımladıkları tebliğde, “Osmanlı Devleti’nin yıkıntılarından yeni bir Türkiye’nin kurulması için son bir ümidi cinnetleriyle mahvetmek...” isteyenlere kapılınmaması hususunda halk uyarılmaktaydı.
Misâk-i Millî, Türk milletinin bir bağımsızlık beyannâmesiydi. Fakat İtilâf devletlerinin buna tepkisi sert oldu.. Bu belge geleneksel saltanatçı politikaların da önünde bir engeldi. Bu engel ve bu belgeyi kabule den Mebusan Meclisi, İtilâf devletlerinin İstanbul’u işgaliyle aşılmak istenmiştir. 11 Nisan 1920’de Mebusan Meclisi’nin feshedilmesiyle Saltanat/Monarşi egemenliği yine mutlak anlamda ele geçirmiş olur ama, bu durum Ankara’da TBMM’nin toplanması olayını hızlandırmıştır.
23 Nisan 1920 TBMM’nin açılmasını yeni Türkiye devletinin kuruluş tarihi olarak kabul eden araştırmacılar da vardır; gerçekten bu meclis yeni bir anayasa yapmış ve bu anayasada “Türkiye Devleti” (md: 3) ifadesi kullanılmıştır. Bu anayasanın 1. ve 2. maddelerinde hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir denilmekte, yürütme ve yasama yetkilerinin “milletin yegâne ve hakiki mümessili olan” TBMM’ye ait olduğu belirtilmektedir. Böyle bir oluşumun mahiyeti kolayca anlaşılabilir. Mustafa Kemal Paşa’nın ifadeleriyle, “Böyle bir hükümet, hakimiyet-i millîye esasına müstenit halk hükümetidir. Cumhuriyettir...”(Nutuk II, 438)
Bu gelişmelerin Mustafa Kemal’in, 19 Mayıs 1919’dan itibaren uygulamayı bir takım safhalara ayırmak, milletin hislerini ve fikirlerini hazır hale getirerek kademe kademe yürürlüğe koymak siyasetine tamamen uygun olduğunu söyleyebiliriz. Saltanat / Hilâfet makamıyla çatışmamaya özen gösterip, İstanbul Hükümetlerinin yanlış politikalarını eleştirerek ve olayların gelişmelerinden yararlanarak “yeni bir Türk devleti kurmak” hedefine de ulaşılmaktadır.
23 Nisan 1920’ye kadar Temsil Kurulu ile İstanbul Hükümetleri arasında görülen çatışmayla ortaya çıkan iki başlılık, bu tarihten sonra İstanbul hükümetleriyle, Ankara hükümetleri arasında sürecektir: Bu mücadelenin siyasî nedeni Türk milletini temsil iddiasıdır. İtilaf devletleri de bu durumdan yararlanmaya çalışmışlardır. Fakat Mustafa Kemal Paşa izlediği siyasetle ne bir iç çatışmaya, ne de İtilâf devletlerinin bir oyununa fırsat vermemiştir.
Millî Mücadele’nin bu döneminde Mustafa Kemal Paşa, bütün dikkatini Anadolu’ya yönelen işgal ve istilâyı sona erdirmeye yöneltmiştir. Büyük askerî zaferleri onu karizmatik bir lider yapmış ve halkın büyük desteğini ve güvenini kazanmıştır. Halk, başta padişah / halife bulunmadan da kurtulabildiğini, zafer kazanıldığını görmüştür. Adetâ ayrı bir dünyanın farkına varmıştır.
Bu siyasal ortamda TBMM, hemen hemen oy birliğiyle (1 oy hariç) 1 Kasım 1922’de Saltanat’ı kaldırmıştır. Burada saltanatın hilâfetten ayrılması da siyasî bir manevradır. Böylece büyük devletlerin Anadolu’yu Saltanatçı – Cumhuriyetçi çatışmasına sürüklemesinin önüne geçilmiştir.
TBMM, 30 Ekim 1922 tarih ve 307 no’lu kararıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun sona erdiğini, padişahlığın artık tarihe intikal ettiğini ve yeni Türkiye Hükümeti’nin onun yerine kurulduğunu kabul ve ilân etmiştir. 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasını sağlayan kanunla da, Osmanlı Devleti’nin İstanbul’un işgal edildiği 16 Mart 1920’de sona erdiği belirtilmiştir.
Şimdi yeni bir dönem başlıyordu; ya bütün olumsuzlukları, düşmanca tutumları, ihaneti, düşmanla yaptığı işbirliği unutularak geleneksel Osmanlı saltanatı sürdürülecek ya da, yüzyıllarca süren musibetlerden alınan derslerle ve vatanın her köşesini sulayan kanların bahşettiği bağımsızlıkla batılı devletlerle eş, egemen ve çağdaş bir devlet kurulacaktı.
Saltanat’ın kaldırılmasıyla bir dönem bitti: Batının karşısında ezik, güçsüz, sömürülen bir devlet ve toplum olma dönemi bitti. İlimci, araştırıcı zihniyet sahibi, kalkınmış, çağdaş bir Avrupa devleti olmaya yönelinmiştir. İlginç olan böyle bir hedefe yine Avrupa ile savaşılarak gelinmiş olmasıdır. Bu durumu Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekçi siyasetiyle anlamak mümkündür.
Mustafa Kemal Atatürk, yeni Türk devletinin izleyeceği siyaseti “millî siyaset” diye tanımlamıştır. Bu siyaset içte bütün millî kuvvetleri, millî sınırlar içinde yığarak millet ve memleketin mutluluğunu ve refahını sağlamaktadır. Dışta ise çağdaş ve insanî ilişkiler kurmak, karşılıklı saygı ve eşitlik ilkesini esas alır.
Millî siyasetin içe dönük iki esası vardı: Milliyetçilik ve Lâiklik.
Milliyetçilik politikaları bağımsızlık ve ekonomik bakımından kendine yeterlik ilkelerini öngörüyordu. Özellikle kültür politikalarında belirginleşmiştir. Yeni Türk alfabesinin kabulü, Türk Tarih Kurumu’nun, Türk Dil Kurumu’nun kurulması, tarih ve yurt bilgisi derslerinin içeriği, devleti ve toplumu tanımlayan ögelerin Türk ve Türkiye adlarıyla tanımlanması, yeni devlet ve toplum yapısının ekseninin Türk kültürü olduğunu gösterir.
Hilâfetin, Evkâf ve Şeriyye Vekâleti’nin kaldırılması, Tevlüd-i Tedrisat Kanunu’nun çıkarılması, Türk Medenî Hukuku’nun çıkarılması ve hukuk alanındaki yeni düzenlemeler lâik devlet ve lâik toplum politikalarının kanıtıdır. Böylece Osmanlı geleneksel siyasetindeki dinsel toplum ve dinsel devlet politikaları terk edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti aynı zamanda bir demokrasi hareketi olarak ortaya çıkmıştı; daha başlangıçta Sivas Kongresi’ne çağrı yapılırken Amasya Genelgesi’yle “milletin güvenini kazanmış” delegelerin hemen yola çıkarılması istenmekteydi.
Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde halkı temsil etmek üzere “Heyet-i Temsiliye”ler seçilmiş ve Mustafa Kemal Paşa, Kongre çalışmalarında daima delegelerle birlikte hareket etmiştir. Bu hususta kendisi, daima delegelerle birlikte hareket etmiştir. Bu hususta kendisi, “Ben istese idim derhal askerî bir diktatörlük kurar ve memleketi öyle idareye kalkışırdım. Fakat ben istedim ki, milletim için modern bir devlet kurayım ve onu yaptım.” demiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, millî hakimiyet siyasetini devlet yönetiminin esası yaparken Osmanlı dönemine, bir “şahıs devleti” olduğu eleştirisini yöneltir. Ona göre Osmanlı dönemindeki icraatlar milletin arzusu ve gerçek ihtiyaçları istikâmetinde olmaktan çok, Saltanatın ve onun etrafındaki küçük bir zümrenin arzuları, emelleri istikâmetinde idi.. Bu çevre Padişahın arzularını bir ilâhî gerek, dinsel bir icap gibi göstermekten de çıkar umuyorlardı. Bu şahıs yönetim mutlakiyet tarihî seyir içinde iyice güçsüzleşti ve “devletin ölmesiyle” sonuçlandı. Devletin ölmesi demek, fonksiyonlarını yerine getirememesiydi. Amasya Genelgesi’nde belirtildiği gibi “vatanın bütünlüğünün, milletin istiklâlinin tehlikede” olması demekti. Mustafa Kemal Paşa, bu döneme yönelik eleştirilerinde devlet ölmüştü, bir millî devir yaşamıyorduk der: “Türk milleti bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatıyla bir devlet” kuruyordu.
Mustafa Kemal Paşa, 27 Ocak 1923’de İzmir Hükümet Konağı’nda yaptığı konuşmada “hakimiyeti milletin uhdesinde tutmak, bu hakimiyetin bir zerresini sıfatı, ismi ne olursa olsun hiçbir makama vermemek, verdirmemektir.” demiştir. Nitekim, kendisine yapılan halife olma teklifini reddetmiş, ömür boyu cumhurbaşkanı olma şayiaları üzerine de, bu tür söylentilerden ciddî biçimde incindiğini belirterek, “Benim gayem Türkiye’de, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde millet egemenliğini takviye etmek ve ebedîleştirmektir.” demiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, bu demokratik siyaset anlayışını kurumlaştırarak, ebedî kılmak istemişti: Çok partili siyasî hayata geçme çabaları, kadınlara siyasî haklar tanınması demokratik devlet ve demokratik toplum politikalarının kanıtıdır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün millî hakimiyet ve demokrasi siyasetiyle, çağdaş kalkınmış bir Türkiye siyasetini özetle anlatması bakımından Arnold Tynbee’nin şu sözlerini nakletmek yerine olacaktır. O, Atatürk’ü tanımlarken, “Bir insan ömrünün boyutları içinde Fransa İhtilâli ve Sanayi İhtilâli çakışmıştır.” demektedir.
Sonuç olarak; Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatı ve eseri incelendikten sonra karşımıza şöyle biri siyasetçi profili çıkmaktadır:
a) Mustafa Kemal Atatürk, tam bağımsızlık, millî hakimiyet ve modernleşme / çağdaşlaşma ilkelerinden kaynaklanan bir siyasetin takipçisi olmuştur.
b) Mustafa Kemal Paşa’nın siyasal kişiliğinin en güçlü yanı devlet kuruculuğudur. O bu özelliğiyle kendisinden önceki reformlardan ve reformculardan ayrılır; Teokratik, monarşik, geleneksel Osmanlı Devleti’nin çöküntülerinden millî, lâik, demokratik bir devlet kurabilmiştir.
c) Mustafa Kemal Atatürk, Millî Mücadele yıllarında ve Cumhuriyet dönemindeki inkılâp hareketlerinin uygulanmasında siyasetin uygun ortamını gözlemiş, halkın desteğini kazanmaya itina göstermiş, inkılâpların halk tarafından haklılığının kabulü anını beklemiştir.
d) Mustafa Kemal Atatürk, iç ve dış politikada gerçekçi bir siyasetin kurucusu ve takipçisi olmuştur. Bu hususta onu genellikle Enver Paşa ile karşılaştıranlar Mustafa Kemal Paşa’yı askerî ve siyasî bakımdan gerçekçi bulmuşlardır.
e) Atatürk’ün siyasal kişiliğinin en önemli yanlarından bir de Türk milletine ve onun geleceğine olan inanç ve güvendir; Onuncu Yıl Nutku’nda “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkışafıyla, geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” diye haykırışındaki heyecan ve hissiyatı duymak lâzımdır.
1 Nisan 1937’de Cumhuriyet gazetesinde çıkan konuşmasında, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı günkü ortamı anlatırken elinde hiçbir maddî kuvvetin olmadığını söylüyor ve “Ben Türk ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki, bunu adetâ gözlerimle görüyordum.” diyor.
Mustafa Kemal Atatürk, siyasal kişiliğiyle ve dehâsıyla, her şeyin sona erdiği, bittiği zannedildiği bir zamanda milletine güvenle ve onunla elbirliği yaparak nelerin olabileceğini ortaya koymuştur. Atatürk bu kişiliğiyle bir milletin kurtuluşunu sağladığı gibi, geleceğini de inşa eden bir siyaset adamı olmuştur.
Hatırası ve eseri önünde saygıyla ve minnetle eğiliyoruz.
* Selçuk Üniversitesi tarafından 11 Kasım 2002 tarihinde düzenlenen Atatürk’ü Anlamak konulu panelde bildiri olarak sunulmuştur.
** Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi (nuriyazici@bahcesehir.edu.tr )
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi
ATA DERGİSİ
Sayı:10
Konya-2002
Sayfa: 235-242
Subscribe to:
Posts (Atom)