ATATÜRK’ÜN SİYASAL KİŞİLİĞİ *
Yrd. Doç. Dr. Nuri YAZICI**
İngiltere Başbakanı Lloyd George, Anadolu’daki başarısızlığı gerekçe gösterilerek verilen gensoru ile başbakanlıktan düşürülürken Parlamento’da kendini şöyle savunuyordu: “Arkadaşlar! Yüzyıllar nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğe bakın ki, o dâhi çağımızda Türkler’e nasip oldu ve benim karşıma çıktı.”
Mustafa Kemal Atatürk, İstiklâl Harbi’nin muzaffer Başkomutanı, çağdaşlaşma hareketinin önderi ve inkılâpların felsefesini yansıtan görüşleri ve söylevleriyle de bir fikir adamı idi. Onun yalnızca Türk tarihinde değil, dünya tarihinde de iz bırakan özelliği devlet kurculuğudur. O bu özelliğiyle bir milletin tarihinin akışını değiştirdiği gibi büyük devletlerin Ön Asya projesini de büyük ölçüde bozmuştur. İngiltere Başbakanı yukarıdaki sözüyle, uluslar arası politikalardaki gücünü anlattığı gibi, bu politikaları engelleyen siyasî dehâyı da kabullenmektedir; İngiltere kendinden ve gücünden o kadar emin ki, onu ancak bir siyaset dâhisi durdurabilirdi.
Mustafa Kemal, öğrencilik yıllarından itibaren milletinin geleceğiyle ilgili fikirler üretmiş, siyasal faaliyetlerde bulunmuş, gelecekten sorumluluk duyan bir aydın insan portresi çizmiştir. Askerlik mesleğinin ilk yıllarında, Şam’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurmuş (1905), daha sonra çoğunlukla asker aydınların oluşturduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde yer almıştır.
“Bir şey yapmak isteyen hedefini bulur, yapmak istemeyen de nedeni bulur.” özdeyişini haklı çıkartırcasına karşılaştığı güçlüklerden yılmayan Mustafa Kemal bir taraftan siyasal faaliyetlerde bulunurken, bir taraftan da askerlik mesleğinde hızla yükselmektedir; çeşitli savaş cephelerinde bulunmuş olması ondaki siyasal düşüncenin belirginleşmesine, adeta kristalize olmasına katkıda bulunmuştur; bu dönemlerde üstlerine yazdığı mektuplarda, çektiği telgraflarda Anadolu çocuklarının, Anadolu’dan çok uzak yerlerde heba edilmesinin bir gün Anadolu’yu savunmasız bırakacağı hususunda uyarıyordu.
13 Kasım 1918’de, Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığının kaldırılmasından sonra İstanbul’a geldiği gün Müttefik donanması da Boğazı işgal ediyordu; “Geldikleri gibi giderler.” demişti. Teslimiyetçi olmayan, mücadeleci bir siyasal kişilik ... Fakat Saltanat ve İstanbul Hükümeti tam tersi bir siyaset izleyince, kurtuluş çaresini bizzat Türk halkına müracaatta görecektir.
Tarih, olacak olanların değil olmuş olayların hikâyesidir denir: Mustafa Kemal Paşa İstanbul’da kalarak ve geleneksel Osmanlı siyasetiyle kurtuluşun olamayacağını görmüş ve düşünülen çeşitli kurtuluş çareleri karşısında kendi kararını şöyle tespit etmiştir. Millî hakimiyete dayalı, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak. Mustafa Kemal Paşa, “Daha İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar, bu karar olmuştur.” diyor. Mustafa Kemal Paşa’nın düşündüğü bu siyasal hedefin adı konacaksa “Cumhuriyet, demek lâzım gelir. Çünkü o, millet büyük fedakârlıklarla bağımsızlığını temin etse bile, bu bağımsızlığın tamamlanmış sayılamayacağı düşüncesindedir. Tarihî tecrübe de bunu doğrulamaktadır. Saltanat/Monarşi kendini güçlü hissettiği anda yeniden yüksek egemenliği elinde bulundurmak istemiştir. Demek ki, daha başlangıçta Millî Mücadelenin askerî cephesinin yanında bir de siyasal cephesi vardır. Bu da geleneksel Osmanlı toplum ve devlet yapısının değişeceğidir.
Teokratik, monarşik bir imparatorluk olarak tanımlanan Osmanlı Devleti’nin tarihî süreç içinde lâik, demokratik ve millî bir devlete dönüştüğü görülecektir... Amasya Genelgesi ile başlayıp Erzurum ve Sivas Kongreleri kararlarıyla devam eden süreçte alınan karaların siyaseten ne anlama geldiği Saltanat ve İstanbul hükümeti mensuplarınca da anlaşıldığı için Mustafa Kemal Paşa sadece işgal ve istilâya karşı değil, İstanbul Hükümeti’ne karşı da mücadele etmiştir. Başka bir ifadeyle bu siyasal gidişi ve değişimi gören Saltanat ve İstanbul Hükümeti, Millî Mücadele’ye karşı düşmanca bir politika izlemiş ve bu durum onları İtilâf güçleriyle aynı çizgiye getirmiştir. Nitekim Ali Rıza Paşa, Ahmet İzzet Paşa’yı ziyaretinde, Mustafa Kemal Paşa hakkında konuşurken; “Cumhuriyet yapacaklar, cumhuriyet yapacaklar.” der (Nutuk I, 233).
Millî Mücadele’ye Mustafa Kemal ile birlikte başlayan bazı asker veya siyaset arkadaşları “Millî hayatın bugünkü Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet kanunlarına kadar gelen tekâmülâtında, kendi fikriyat ve ruhiyatının ihatası hududu bittikçe...” Mustafa Kemal Paşa’ya karşı çıkmaya ve direnmeye başlamışlardır.
Bütün bu çok yönlü olayların ortasında dengeleri bulan ama hedefinden hiç sapmadan yoluna devam edebilmek başarısını gösteren ve başaran Mustafa Kemal nasıl bir siyaset izlemişti? Mustafa Kemal Atatürk bu siyaseti, “uygulamayı bir takım safhalara ayırmak ve vakalardan ve hadiselerden yararlanarak milletin hislerini ve fikirlerini hazır hale getirmek ve kademe kademe yürüyerek hedefe ulaşmak...” biçiminde açıklamaktadır (Nutuk I, 14). Böylece Mustafa Kemal Paşa’nın gerçekçi bir siyaset izlediğini görüyoruz; halkın, yüzlerce yıllık geleneksel siyaset alışkanlıklarından birden vazgeçemeyeceğini görmektedir.
Mustafa Kemal Paşa’nın siyasal kişiliğinin de, kurduğu devletin de özünde “Millî hakimiyet, fikri bulunmaktadır: “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” Aynı ifadeye bir de kimin değildir sorusuyla bakarsak, o zaman siyaset anlayışı daha da aydınlanır: Hakimiyet bir şahsın, dinsel veya siyasal bir zümrenin değildir... Böylece saltanat ve hilâfet gibi kurumların siyasal geleceği hakkında fikir sahibi olunur. Bu noktada lâik ve demokratik bir devlet geleneğine geçiş sürecinin başladığı savunulabilir.
Siyasal anlamda bir değişimin yaşanmakta olduğu, siyaseti iyi gözlemleyenler tarafında tespit edilmektedir. İşgal kuvvetleri de bunu görüyor olmalılar. Çünkü, 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgali günü yayımladıkları tebliğde, “Osmanlı Devleti’nin yıkıntılarından yeni bir Türkiye’nin kurulması için son bir ümidi cinnetleriyle mahvetmek...” isteyenlere kapılınmaması hususunda halk uyarılmaktaydı.
Misâk-i Millî, Türk milletinin bir bağımsızlık beyannâmesiydi. Fakat İtilâf devletlerinin buna tepkisi sert oldu.. Bu belge geleneksel saltanatçı politikaların da önünde bir engeldi. Bu engel ve bu belgeyi kabule den Mebusan Meclisi, İtilâf devletlerinin İstanbul’u işgaliyle aşılmak istenmiştir. 11 Nisan 1920’de Mebusan Meclisi’nin feshedilmesiyle Saltanat/Monarşi egemenliği yine mutlak anlamda ele geçirmiş olur ama, bu durum Ankara’da TBMM’nin toplanması olayını hızlandırmıştır.
23 Nisan 1920 TBMM’nin açılmasını yeni Türkiye devletinin kuruluş tarihi olarak kabul eden araştırmacılar da vardır; gerçekten bu meclis yeni bir anayasa yapmış ve bu anayasada “Türkiye Devleti” (md: 3) ifadesi kullanılmıştır. Bu anayasanın 1. ve 2. maddelerinde hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir denilmekte, yürütme ve yasama yetkilerinin “milletin yegâne ve hakiki mümessili olan” TBMM’ye ait olduğu belirtilmektedir. Böyle bir oluşumun mahiyeti kolayca anlaşılabilir. Mustafa Kemal Paşa’nın ifadeleriyle, “Böyle bir hükümet, hakimiyet-i millîye esasına müstenit halk hükümetidir. Cumhuriyettir...”(Nutuk II, 438)
Bu gelişmelerin Mustafa Kemal’in, 19 Mayıs 1919’dan itibaren uygulamayı bir takım safhalara ayırmak, milletin hislerini ve fikirlerini hazır hale getirerek kademe kademe yürürlüğe koymak siyasetine tamamen uygun olduğunu söyleyebiliriz. Saltanat / Hilâfet makamıyla çatışmamaya özen gösterip, İstanbul Hükümetlerinin yanlış politikalarını eleştirerek ve olayların gelişmelerinden yararlanarak “yeni bir Türk devleti kurmak” hedefine de ulaşılmaktadır.
23 Nisan 1920’ye kadar Temsil Kurulu ile İstanbul Hükümetleri arasında görülen çatışmayla ortaya çıkan iki başlılık, bu tarihten sonra İstanbul hükümetleriyle, Ankara hükümetleri arasında sürecektir: Bu mücadelenin siyasî nedeni Türk milletini temsil iddiasıdır. İtilaf devletleri de bu durumdan yararlanmaya çalışmışlardır. Fakat Mustafa Kemal Paşa izlediği siyasetle ne bir iç çatışmaya, ne de İtilâf devletlerinin bir oyununa fırsat vermemiştir.
Millî Mücadele’nin bu döneminde Mustafa Kemal Paşa, bütün dikkatini Anadolu’ya yönelen işgal ve istilâyı sona erdirmeye yöneltmiştir. Büyük askerî zaferleri onu karizmatik bir lider yapmış ve halkın büyük desteğini ve güvenini kazanmıştır. Halk, başta padişah / halife bulunmadan da kurtulabildiğini, zafer kazanıldığını görmüştür. Adetâ ayrı bir dünyanın farkına varmıştır.
Bu siyasal ortamda TBMM, hemen hemen oy birliğiyle (1 oy hariç) 1 Kasım 1922’de Saltanat’ı kaldırmıştır. Burada saltanatın hilâfetten ayrılması da siyasî bir manevradır. Böylece büyük devletlerin Anadolu’yu Saltanatçı – Cumhuriyetçi çatışmasına sürüklemesinin önüne geçilmiştir.
TBMM, 30 Ekim 1922 tarih ve 307 no’lu kararıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun sona erdiğini, padişahlığın artık tarihe intikal ettiğini ve yeni Türkiye Hükümeti’nin onun yerine kurulduğunu kabul ve ilân etmiştir. 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasını sağlayan kanunla da, Osmanlı Devleti’nin İstanbul’un işgal edildiği 16 Mart 1920’de sona erdiği belirtilmiştir.
Şimdi yeni bir dönem başlıyordu; ya bütün olumsuzlukları, düşmanca tutumları, ihaneti, düşmanla yaptığı işbirliği unutularak geleneksel Osmanlı saltanatı sürdürülecek ya da, yüzyıllarca süren musibetlerden alınan derslerle ve vatanın her köşesini sulayan kanların bahşettiği bağımsızlıkla batılı devletlerle eş, egemen ve çağdaş bir devlet kurulacaktı.
Saltanat’ın kaldırılmasıyla bir dönem bitti: Batının karşısında ezik, güçsüz, sömürülen bir devlet ve toplum olma dönemi bitti. İlimci, araştırıcı zihniyet sahibi, kalkınmış, çağdaş bir Avrupa devleti olmaya yönelinmiştir. İlginç olan böyle bir hedefe yine Avrupa ile savaşılarak gelinmiş olmasıdır. Bu durumu Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekçi siyasetiyle anlamak mümkündür.
Mustafa Kemal Atatürk, yeni Türk devletinin izleyeceği siyaseti “millî siyaset” diye tanımlamıştır. Bu siyaset içte bütün millî kuvvetleri, millî sınırlar içinde yığarak millet ve memleketin mutluluğunu ve refahını sağlamaktadır. Dışta ise çağdaş ve insanî ilişkiler kurmak, karşılıklı saygı ve eşitlik ilkesini esas alır.
Millî siyasetin içe dönük iki esası vardı: Milliyetçilik ve Lâiklik.
Milliyetçilik politikaları bağımsızlık ve ekonomik bakımından kendine yeterlik ilkelerini öngörüyordu. Özellikle kültür politikalarında belirginleşmiştir. Yeni Türk alfabesinin kabulü, Türk Tarih Kurumu’nun, Türk Dil Kurumu’nun kurulması, tarih ve yurt bilgisi derslerinin içeriği, devleti ve toplumu tanımlayan ögelerin Türk ve Türkiye adlarıyla tanımlanması, yeni devlet ve toplum yapısının ekseninin Türk kültürü olduğunu gösterir.
Hilâfetin, Evkâf ve Şeriyye Vekâleti’nin kaldırılması, Tevlüd-i Tedrisat Kanunu’nun çıkarılması, Türk Medenî Hukuku’nun çıkarılması ve hukuk alanındaki yeni düzenlemeler lâik devlet ve lâik toplum politikalarının kanıtıdır. Böylece Osmanlı geleneksel siyasetindeki dinsel toplum ve dinsel devlet politikaları terk edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti aynı zamanda bir demokrasi hareketi olarak ortaya çıkmıştı; daha başlangıçta Sivas Kongresi’ne çağrı yapılırken Amasya Genelgesi’yle “milletin güvenini kazanmış” delegelerin hemen yola çıkarılması istenmekteydi.
Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde halkı temsil etmek üzere “Heyet-i Temsiliye”ler seçilmiş ve Mustafa Kemal Paşa, Kongre çalışmalarında daima delegelerle birlikte hareket etmiştir. Bu hususta kendisi, daima delegelerle birlikte hareket etmiştir. Bu hususta kendisi, “Ben istese idim derhal askerî bir diktatörlük kurar ve memleketi öyle idareye kalkışırdım. Fakat ben istedim ki, milletim için modern bir devlet kurayım ve onu yaptım.” demiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, millî hakimiyet siyasetini devlet yönetiminin esası yaparken Osmanlı dönemine, bir “şahıs devleti” olduğu eleştirisini yöneltir. Ona göre Osmanlı dönemindeki icraatlar milletin arzusu ve gerçek ihtiyaçları istikâmetinde olmaktan çok, Saltanatın ve onun etrafındaki küçük bir zümrenin arzuları, emelleri istikâmetinde idi.. Bu çevre Padişahın arzularını bir ilâhî gerek, dinsel bir icap gibi göstermekten de çıkar umuyorlardı. Bu şahıs yönetim mutlakiyet tarihî seyir içinde iyice güçsüzleşti ve “devletin ölmesiyle” sonuçlandı. Devletin ölmesi demek, fonksiyonlarını yerine getirememesiydi. Amasya Genelgesi’nde belirtildiği gibi “vatanın bütünlüğünün, milletin istiklâlinin tehlikede” olması demekti. Mustafa Kemal Paşa, bu döneme yönelik eleştirilerinde devlet ölmüştü, bir millî devir yaşamıyorduk der: “Türk milleti bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatıyla bir devlet” kuruyordu.
Mustafa Kemal Paşa, 27 Ocak 1923’de İzmir Hükümet Konağı’nda yaptığı konuşmada “hakimiyeti milletin uhdesinde tutmak, bu hakimiyetin bir zerresini sıfatı, ismi ne olursa olsun hiçbir makama vermemek, verdirmemektir.” demiştir. Nitekim, kendisine yapılan halife olma teklifini reddetmiş, ömür boyu cumhurbaşkanı olma şayiaları üzerine de, bu tür söylentilerden ciddî biçimde incindiğini belirterek, “Benim gayem Türkiye’de, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde millet egemenliğini takviye etmek ve ebedîleştirmektir.” demiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, bu demokratik siyaset anlayışını kurumlaştırarak, ebedî kılmak istemişti: Çok partili siyasî hayata geçme çabaları, kadınlara siyasî haklar tanınması demokratik devlet ve demokratik toplum politikalarının kanıtıdır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün millî hakimiyet ve demokrasi siyasetiyle, çağdaş kalkınmış bir Türkiye siyasetini özetle anlatması bakımından Arnold Tynbee’nin şu sözlerini nakletmek yerine olacaktır. O, Atatürk’ü tanımlarken, “Bir insan ömrünün boyutları içinde Fransa İhtilâli ve Sanayi İhtilâli çakışmıştır.” demektedir.
Sonuç olarak; Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatı ve eseri incelendikten sonra karşımıza şöyle biri siyasetçi profili çıkmaktadır:
a) Mustafa Kemal Atatürk, tam bağımsızlık, millî hakimiyet ve modernleşme / çağdaşlaşma ilkelerinden kaynaklanan bir siyasetin takipçisi olmuştur.
b) Mustafa Kemal Paşa’nın siyasal kişiliğinin en güçlü yanı devlet kuruculuğudur. O bu özelliğiyle kendisinden önceki reformlardan ve reformculardan ayrılır; Teokratik, monarşik, geleneksel Osmanlı Devleti’nin çöküntülerinden millî, lâik, demokratik bir devlet kurabilmiştir.
c) Mustafa Kemal Atatürk, Millî Mücadele yıllarında ve Cumhuriyet dönemindeki inkılâp hareketlerinin uygulanmasında siyasetin uygun ortamını gözlemiş, halkın desteğini kazanmaya itina göstermiş, inkılâpların halk tarafından haklılığının kabulü anını beklemiştir.
d) Mustafa Kemal Atatürk, iç ve dış politikada gerçekçi bir siyasetin kurucusu ve takipçisi olmuştur. Bu hususta onu genellikle Enver Paşa ile karşılaştıranlar Mustafa Kemal Paşa’yı askerî ve siyasî bakımdan gerçekçi bulmuşlardır.
e) Atatürk’ün siyasal kişiliğinin en önemli yanlarından bir de Türk milletine ve onun geleceğine olan inanç ve güvendir; Onuncu Yıl Nutku’nda “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkışafıyla, geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” diye haykırışındaki heyecan ve hissiyatı duymak lâzımdır.
1 Nisan 1937’de Cumhuriyet gazetesinde çıkan konuşmasında, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı günkü ortamı anlatırken elinde hiçbir maddî kuvvetin olmadığını söylüyor ve “Ben Türk ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki, bunu adetâ gözlerimle görüyordum.” diyor.
Mustafa Kemal Atatürk, siyasal kişiliğiyle ve dehâsıyla, her şeyin sona erdiği, bittiği zannedildiği bir zamanda milletine güvenle ve onunla elbirliği yaparak nelerin olabileceğini ortaya koymuştur. Atatürk bu kişiliğiyle bir milletin kurtuluşunu sağladığı gibi, geleceğini de inşa eden bir siyaset adamı olmuştur.
Hatırası ve eseri önünde saygıyla ve minnetle eğiliyoruz.
* Selçuk Üniversitesi tarafından 11 Kasım 2002 tarihinde düzenlenen Atatürk’ü Anlamak konulu panelde bildiri olarak sunulmuştur.
** Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi (nuriyazici@bahcesehir.edu.tr )
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi
ATA DERGİSİ
Sayı:10
Konya-2002
Sayfa: 235-242
No comments:
Post a Comment