Dubrovnik ya da eski
adıyla Ragusa Hırvatistan’ın, Adriyatik Denizi sahilinde bulunan, Orta Çağdan
kalma tarihi eserleri ile ünlü şehri. Şehrin nüfusu 49 bin olmakla beraber kent
nüfusu 28 bin civarında. Dubrovnik şehri 1979 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne
girmiştir.
Dubrovnik, tarihteki Raguza Cumhuriyeti’nin
merkezi olmuş ve tarih boyunca Dubrovnik ve Raguza kelimeleri birlikte
kullanılmıştır.
Orta Çağlar’da Doğu Slâvları’nın
yüksek egemenliğini tanıyan Dubrovnik kenti, daha sonra Doğu Roma
İmparatorluğu’nun (Bizans) himayesine girmiştir. Bundan sonra Venedik
Cumhuriyeti’nin, Macaristan Krallığı’nın hâkimiyetleri altında yaşamış ve
1382-1808 tarihleri arasında da Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun himayesinde
yaşamıştır; bütün bu dönemlerde Dubrovnik kenti, nispeten özgür bir kent olarak
yaşamıştı. Çünkü tüccar bir halk idiler ve refah düzeyleri yüksekti. Savaşçı
bir halk değillerdi. Hâkimiyeti veya himayesi altına girdikleri siyasal güce
yıllık bir haraç/ vergi ödemekte idiler.
Dubrovnik kenti Osmanlı
Türk yönetiminden çıktıktan sonra Avrupa’daki büyük siyasal kargaşalardan hep
etkilenmiştir; tüccar ve müreffeh bir memleketti.. Napolyon’un istilâsına
uğramıştır. Daha sonra 1815 Viyana Kongresi sonucu Avusturya’nın nüfuz alanında
kaldı. I. Dünya Savaşı sonlarına kadar geçen zaman, değişik dış güçler ve içte siyasal
partiler arasında dengeler sonucu uzun süreli ve başarılı belediye
başkanlarının yönetiminde yaşadı.
I. Dünya Savaşı sonunda Avusturya-
Macaristan İmparatorluğu’nun çöküşüyle Yugoslavya Krallığı içinde yer aldı: Dubrovnik,
Krallığın 33 bölgesinden7 veya eyaletinden biri oldu. 1939 tarihinde de kent,
Hırvatistan’ın yeni oluşturulan Banovina’nın bir parçası hâline geldi. II. Dünya Savaşı sırasında Dubrovnik,
8 Eylül 1943'ten sonra ilk olarak İtalyan ordusu tarafından
işgal edilen Hırvatistan’ın yeni
NAZİ yönetimini bir parçası hâline geldi.
Ekim 1944'te Yugoslav Partizanları ,
300'den fazla kişiyi tutuklayarak Dubrovnik'i işgal etti. Tutuklamalar ve
öldürmeler 1947 yılına kadar sürdü. Komünizm altında Dubrovnik, “Hırvatistan Sosyalist
Cumhuriyeti” ve “Yugoslav
Sosyalist Federal Cumhuriyeti”nin bir parçası
oldu.
1991’de Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nde cumhuriyet olan Hırvatistan ve Slovenya , bağımsızlıklarını ilan ettiler. Olayda, Hırvatistan Sosyalist Cumhuriyeti,
Hırvatistan Cumhuriyeti olarak
yeniden adlandırıldı. Hırvatistan'ın 1991'deki bağımsızlığını takiben, eski
şehrin 1970’lerin başında savaşın tahribatından ve ateşinden uzak durma
girişiminde bulunulmasına rağmen, Yugoslav Halk Ordusu (JNA),
askersizleştirilmesine rağmen şehre saldırmıştır.
Dubrovnik’in havadan görünüşü; sağ tarafta kırmızı kiremit çatılarıyla belirgin olan kısım kentin eski olan, tarihi kent (Old Town) kısmıdır.
1 Ekim 1991'de
Dubrovnik, JNA tarafından yedi
ay süren bir kuşatmaya ve saldırıya maruz kalmıştır. Pek çok sivil can kaybı yanında kentin eski kısmı (EskiKent)
da bu saldırılarda büyük hasar görmüştür. Kente düzenlenen saldırıyı
koordine eden General Pavle Strugar , saldırıdaki rolüyle ilgili olarak eski Yugoslavya
Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından
7,5 yıllık bir hapis cezasına çarptırılmıştır. Savaşın bitmesinin ardından,
Eski Kent'in bombalanmasından kaynaklanan hasar onarılmış ve UNESCO’nun
kurallarına bağlı kalınarak, onarımlar orijinal tarzda gerçekleştirilmiştir; yeniden inşa çalışmalarının çoğu 1995-1999 yılları arasında
yapılmıştır.
Yine bir sempozyum
vesilesiyle Dubrovnik’te (Hırvatistan) bulunuyorum; I. Uluslararası Türk Kültür
Dünyası Sempozyumu 24- 28 Eylül 2017 tarihleri arasında burada
gerçekleştirildi. Yüzüncüyıl Üniversitesi’nin (Van) akademik önderliğinde
gerçekleştirilen sempozyumun gerçekleştirildiği yer de Rixos Hotel’di. 27 Eylül
günü yapılacak Karadağ gezisi de programa dâhil.
Havaalanından, Sempozyum
Organizasyonu’na ait bir vasıta ile hem konaklayacağımız hem de salonlarında
sempozyum oturumlarının gerçekleştirileceği Rixos Hotel’e rahatlıkla ulaştık;
zaman 2 saat te geri olduğundan henüz önümüzde uzun bir gündüz var. Şehir merkezine
doğru bir yürüyüş iyi olur. Dubrovnik temiz bir kent. Yürüyüş yolu deniz
kenarını takip ediyor. Ancak yol yüksekte kalıyor; 30- 40 m. kadar olan bu
yükseklikten kıyıya doğru ağaçlık, çalılık ve her tür yeşillik alanı kaplıyor.
İki duvar yazısı gördüm:
Bana ilginç gelen bir görüntü, meğer
birkaç yıl önce dünyada çok yaygınmış; kaldırımın denize bakan tarafındaki
çitlerde onlarca kilit var. Kilitlenmiş ve anahtarı da herhalde denize savrulmuştur.
Meğer bu, sevgilerin sonsuzluğunu simgeleyen bir akımmış; kilitlerin üzerinde
isimler de var.
Etrafı ve denizi
seyrederek kent merkezine doğru yürüyüşe devam; bu arada denizin uçsuz
bucaksızlığı, sakinliği ve lacivertimsi maviliği, kıyının küçük girinti
çıkıntıları seyrine doyumsuz bir manzara sergiliyor. Ben denizi severim. Kıyıda
saatlerce oturup seyredebilirim.
Yolun karşı kenarında bir yapı dikkatimi
çekti; dinsel bir mimarî olsa gerek. Etrafını dolandım. Pencerelerinden
içerisini görmeye çalıştım. Cephesinden başka bir şeyi yok galiba; biraz bakımsız.
Görünüşe göre, biraz da yol çalışmalarına kurban gitmiş anlaşılan. Biraz
ileride de “Dubrovnik Üniversitesi” binası ile karşılaştım. Tek bir yapı.
Kapalı. Önünde bayraklar var. Herhalde üniversite binalarından biri
olmalı. Etrafını dolandım; belki açık kapı vardır diye.Niyetim içini, dersliklerini görmekti. Arka tarafta vasıtaların park ettiği yerden anladığıma göre burası rektörlük olmalıydı. Çünkü tahsis edilen çizgili alanlarda öyle yazıyordu.
Dubrovnik
Üniversitesi
Kentin turistik
merkezine doğru geldim; yalnız yan yollara sapmamaya dikkat ediyorum. Çünkü
aynı yolu geriye doğru yürüyerek oteli bulacağım.
Kentin etrafı surlarla çevrili ve bir
kale görünümünde; 2 km. olan bu surlar kesintisiz olarak kenti çevrelemektedir.
Belli giriş-çıkış kapıları var. Surların
dibinden başlayan hendekleri üzerindeki kalkıp- inebilir köprülerden geçilerek
şehre giriliyor. Köprü ile girilen bu girişin üzerinde kentin koruyucusu
koruyucusu “Aziz Vlaho”nun figürü
bulunmaktadır. Vaktinde bu hendekler, tabiî korunma amaçlı olarak su dolu
olmalı.
Giriş kapısının (Pile Kapısı) üzerinde
kentin koruyucu azizinin bir heykeli bulunuyor. Yürüyüş yolunun hemen solundaki
küçük alanda elişlerini pazarlayan, yerel kıyafetli bir bayan görüyoruz. Az
ilerde solda, ilgi çeken özel kıyafetiyle eski paralardan kolye yapan bir zanaatkâr
var. Tezgâhı hayli zengin, kendisi de hayli maharetli anlaşılan.
İkinci bir kapıdan geçerek Stradun
Caddesi’ne açılıyorsunuz. Karşınıza gelen alanda ilk gözünüze çarpan
solunuzda Franciscan Manastırı ve dünyanın en eski üçüncü eczanesi (aynı
zamanda Avrupa’nın en eski eczanesi),
Franciscan
Manastırı
Avrupa’nın
en eski eczanesinden iki kare
diğer tarafınızda ise 1436 yılında
şehrin su ihtiyacını karşılamak için inşa edilmiş olan Büyük Onofrio Çeşmesi
oluyor; çeşme Napoli’li Mimar Onofrio
della Cava tarafından yapıldığı için onun adıyla anılmaktadır. Mimar
Onofrio 12 km. uzaklıktan, Sumet adı
verilen kaynaktan şehre su getirmiş, suyu da kanallar yardımı ile bölerek iki
ayrı yerde halkın kullanımına sunmuş. Çeşmenin her tarafını kaplayan işlemeler
1667 depreminde tamamen zarar görmüş, geriye sadece suların aktığı çeşme başlarında
bulunan 16 işleme kalmış. İç harpte (1991) bunlar da zarar görmesin diye çeşme
tamamen kum torbaları ile örtülmüş.
Stradun
Caddesi’nde yeteneğini sergileyen bir gösterici, kuş terbiyecisi ve
bir heykel insan
Büyük
Onofrio Çeşmesi’ni geçtikten sonra Stradun Caddesi başlıyor. İki taraflı güzel mağazalar ve hediyelik
eşya satan dükkânlar. Cadde üzerinde yeteneklerini sergileyen insanlar;
isterseniz önlerindeki kutuya bahşiş bırakabilirsiniz.
Kravatın Hırvatistan’dan yayıldığı
bilinir. Bugün modern erkek kıyafetinin vazgeçilmez tamamlayıcısı olan kravatın, 3,500 yıl öncesinde de
kullanıldığı rivayet edilir. O zamanlar insanlar kirden soğuktan ya da terden
korunmak için boyunlarını kumaşlarla sararlarmış. Boyunbağları avcıların,
tarlada çalışanların ya da askerlerin hem sıcakta, hem de soğukta kullandıkları
işlevsel bir giysi parçası imiş. Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) sonunda
Avrupalılar günlük yaşamlarında eğlenmeye, sokağa çıkmaya daha çok rağbet
etmişler ve yeni giyim- kuşam modaları ortaya çıkmış; eğlence,
süslenme ve hayattan zevk alma, yaşama sevinci önemsenir olmuş.
Fransızlar, Otuz Yıl Savaşları sırasında paralı asker olan Hırvatlarla
karşılaşmışlar ve Hırvat askerlerinin boyunlarına çepeçevre dolayıp püsküller
halinde aşağı sallandırdıkları ve uçlarını rozetle birleştirdikleri şık boyun
bağları taktıklarını görmüşler. Rütbesiz askerlerin taktıkları kaba kumaştan
yapılmış boyun bağları zamanla bir rütbe göstergesine dönüşerek ipek ve muslin
gibi gösterişli ve pahalı kumaşlardan dokunmaya başlanmış.
Stradun Caddesinde bir kravat mağazası
Her ne kadar
kravatlar Hırvatlarla özdeşleşse de M.Ö 2. yüzyılda Çin’deki KİN Hanedanının
İlk imparatoru KİN SHİ HUANG’ın dev mezarında, gerçek insan boyunda binlerce
atlı asker heykeli bulunduğunu ve bunların boynunda da boyun bağını andıran
özenle bağlanmış kravatlar bulunduğu görülmüştü. Fakat kravatın bir sembol
olarak kullanımı modern Avrupa da gerçekleşmiş ve kravat, Fransız monarşisinin
simgesi haline gelerek moda olmuştur. O dönemde kravat boyun etrafında iki kez
dolandırıldıktan sonra bir düğüm atılır ve kumaşın iki ucu aşağı salıverilirmiş.
1840’ların Fransa’sında beyaz kravat muhafazakârlığa, siyah ise liberalliğe
işaret edermiş. Özellikle Almanya ve Fransa’daki devrimci erkeklerin boynundan
eksik olmayan kırmızı kravat devrimci ruhun sembolü olmuştur. Avrupalıların
taktığı kırmızı kravatlar 1917 Şubat devrimi sırasında Rusya’da da görülmüştü.
Ancak Lenin’in Petrograd’ta barikatlar üzerinde yaptığı meşhur konuşmasında taktığı
kravatın rengi siyahtı.
Merdivenli
sokaklar
Stradun Caddesi yaklaşık 300 metre ve
ilerlerken sağlı sollu dar fakat çok hoş sokakların caddeye açıldığını
görüyorsunuz; bu sokaklardan çıkış değil de iniş zevkli oluyor. Bu sokakların
içinde de küçük oteller, restoranlar yer almakta. Tam posterlik manzaralar; rengârenk,
cıvıl cıvıl, o anı güzel yaşamaya teşvik edici kalabalık bir ortam ve güzel
giyimli her yaştan mutlu insanlar. Cadde boyunca ilerliyoruz; karşınıza
EskiKent’ten limana çıkış kapısı, “Ploce
Gate” geliyor; XV. yüzyılda inşa edilen bu kapı, iç ve dış olmak üzere iki bölümden meydana geliyor.
Merdivenli sokaklar ve
ara sokaklar
Kapının
iç sol kısmında gümrük binası sağında bir kule görünüyor. Limana gelen mallar
doğal olarak kente girerken gümrüğe uğramak zorunda. Bu bakımdan liman
tarafındaki kapıdan kente girerken gümrük binası sağınızda kalıyor. Kapının
sağındaki saat kulesi de hem ilginç hem de sanatkârane bir yapı.
Gümrük binası ve Çan
Kulesi
1444 yılında inşa edildiği ifade edilen
Çan Kulesi’nin yerel ustaların yaptığı ilk eser olduğu belirtilmektedir. En
üstte görülen bölüm çanın ve çana vuran iki figürün bulunduğu bölümdür; bu
insan figürleri önce ahşaptan yapıldığı hâlde daha sonra bronz olanlarla
değiştirilmiş. 1667 depreminde zarar gören kule, 1929 yılında yeniden inşa
edilmiş. Kulenin orta kısmında bulunan saatin sadece akrebi var; yani saati
gösteriyor, dakikalar yok; rehberimiz bunun, insanların tembelliğiyle veya
keyif düşkünlüğüyle alâkalı olmadığını, sadece biraz gecikerek yaşadıkları için
olduğunu söyledi! Onun altında görülen altın rengindeki yuvarlak ise anlık
olarak ay’ın o geceki durumunu gösteriyormuş. En altta da dijital saat var.
Limana çıkmadan sağa dönüp ilerlediğinizde Gundulica Meydanı’na çıkıyorsunuz; Gundulica
Meydanı’nda, 1893 yılından kalma Dubrovnik’li şair İvan Gundulic’in bir heykeli
bulunmaktadır; 8 Ocak 1589’da Dubrovnik’te doğan İvan Gundulic 8 Aralık 1638
tarihleri arasında yaşamıştır. Burada aynı zamanda pazar kuruluyor; eğer pazar
kurulduğu güne tesadüf ederseniz şanslı sayılırsınız. Pek çok elişi ve
sanatkârane eşyalar satılmakta. Yasemin çiçeğinden mamûl pek çok şey var;
torbacıklarda kurutulmuş yasemin çiçeğinden başka, yasemin kremi, sabunu vb.
gibi ilgi çeken çok şeyler. Gundulica pazarında anahtarlıklar, magnetler, yerel
giysili bebekler, aksesuarlar, mumlar, lavanta torbaları, ev yapımı reçeller,
minik ve orta boy şirin kavanozlarda lavanta balları, çeşitli içkiler ve
çikolata bulabilirsiniz. Pazar yerinin yan taraflarında küçük, temiz
lokantalar, kafeler de görebilirsiniz. Bu alanda biraz ilerledikten sonra
önünüze Luza Meydanı geliyor. Bu meydanda Orlando Sütunu’nu görüyorsunuz. Meydanın etrafında
Aziz Vlaho Kilisesi, Büyük Konsey Sarayı (Rektörlük Sarayı), Küçük Onofrio
Çeşmesi gibi yapılar yer alıyor.
Rengârenk
tezgâhlar
Gundulica Meydanı’nda
çeşitli elişlerinin sergilendiği bir tezgâh
Orlando
Sütunu ve arka plânda Saint Blaise Kilisesi
St. Blaise
Kilisesi’nin içinden iki görüntü
Stradun Caddesi’nin sonunda ve Luza Meydanı’nın ortasında bulunan, genelde şehrin festivallerinin açılış ve kapanış törenlerindeki sembolü olan bu yapı 1418 yılında inşa edilmiş. Efsanevî Orta Çağ şövalyesi Orlando figürüyle süslenmiştir. Orlando Sütunu’nun arkasında St. Blaise Kilisesi görülüyor.
Rektörlük
Sarayı’nın sütunlu girişinden iki görüntü
Rektörlük
Sarayı’nın giriş kapısındaki levha
Rektörlük Sarayı’nın odalarından
biri
Rektörlük
Sarayı- Yatak odası
Marin Drzıg adına
basılan madalyon ve Dubrovnik’teki heykeli
Marin Držić heykeli
Marin Držić (1508- 2 Mayıs 1567),en iyi Hırvat
Rönesans edebiyatının en iyi yazarları arasında sayılmaktadır. Aynı
zamanda asî mizaçlı, eğitimli bir rahip
olduğu belirtilmektedir. Rönesans
döneminde Hırvat
dilinin zenginliğini anlatan bir aydın olarak bilinir. Hırvat Parlamentosu,
2008 yılını, doğumunun 500. yıldönümü
olduğu için “Marin Držić' Yılı” ilan etmiştir. Marın Drzıg’ın heykeline dikkat edilirse dizleri ve burnu
parıldıyor; gerçekten parlamış. Çünkü kadınlar kucağına oturuyor ve heykelin burnunu sıvazlıyorlar.. Garip
gelebilir ama böyle. Prag’ta,
Floransa’da, domuz veya başka bir heykelin şans getireceği düşüncesiyle
burunlarını sıvazlandığını görmüştüm..
Marin Drzıc’ın kucağına
oturup, burnunu okşayan insanlar
Şimdi Ploce Kapısı’ndan (Ploce Gate) çıkıp limana geçebiliriz;
ferah ve güzel bir alan daha. Liman gelen gemilerin bakımı ve gemi yapımı için
inşa edilen tersane, şimdi güzel lokantalara dönüşmüş. Ama mimarî korunmuş.
Limandan
genel görünüş; liman girişi insana dar gibi geliyor.
Demek ki o çağlarda ticaret gemileri için müsaitmiş. Solda, kıyıda görülen
yapılar karantina imiş. Orta Çağ Avrupası'nda salgın hastalıklar çok büyük bir
tehlike idi. Altta ise bir gezi teknesi görülüyor.
Dubrovnik Mescidi: Stradun Caddesi üzerinde dar bir ara sokağın içinde bulunuyor. Etrafta ve sokağın başında sonunda bir işaret yok. Sokağın adını gösteren mermer levhanın fotoğrafını çekmişim ama tam da okunamıyor; “ULCA YIHA PRACATA” gibi bir şey. Ama sokağın içine girince cami girişini görüyorsunuz.
Sokağın girişinde, mermer levha üzerine
yazılı sokak adı. 15-20 adım ileride ise solunuzda mescit levhası; sokağı,
Stradun Caddesinin sonlarına doğru ve sağ tarafta olarak tarif edebilirim.
Aşağıda adım adım mescitte ilerleyeceksiniz.
Kapıdan
girdiğinizde karşınıza çıkan merdiven Sağa döndüğünüzde
karşınıza gelen kapı
Kapıdan
girdiğinizde gördüğünüz koridor; ilerde ayakkabılık ve abdest alma yeri, sağda
ise dinlenme ve sohbet odası
Koridorun sonunda
sağa dönünce karşınıza gelen alan
Mescidin içi; mihrap ve
minber
Minberden
ayrıntılar
Namaz kılınan
alanın solundaki bir kapıdan girilen okuma veya din bilgisi öğrenmek isteyenler
için ders odası
Mescidin bulunduğu sokaktan ilerleyince yine
hediyelik alışveriş dükkânları görmek mümkün. Zaten ana caddenin etrafında dar
sokaklar ve hediyelik eşya satan mağazalar pek çok. Omuz çantası almak için bir
mağazaya girdiğimde sahibinin ( aynı zamanda imalatı yapanın) Müslüman olduğu
anlaşıldı ve kalp diliyle sohbet ettik ve anın hatırası için de bir fotoğraf
çektirdik.
Dükkân
sahibi Yusuf Beyle birlikte
İlgimi
çeken bir şekerci dükkânı
KARADAĞ
(MONTENEGRO) YOLUNDA
Sempozyum programının son gününde, günübirlik
Karadağ gezisi vardı. O gün erken de sayılmayan bir satte yola çıktık.
Havaalanı yönüne giden yolla
Dubrovnik’ten ayrıldık; yol dar ve virajlı. Fakat manzara ve Dubrovnik’in
görünüşü tablo gibi. Bu bakımdan ısrarlar üzerine kısa bir fotoğraf molası
verildi. Yaklaşık bir 30 km. sonra Karadağ sınır kapısına vardık; Karadağ henüz
AB üyesi olmadığı için pasaport kontrolleri uzuyor… Sınırı geçtikten sonra ilk
durağımız bir petrol istasyonu oldu.
Fotoğraf
molası
Petrol
istasyonu
Feribotla
karşı kıyıya geçiş
Karadağ gezimizde göreceğimiz iki şehir
Budva ve Kotor: Burada Adriyatik denizi uzun ve dar körfez halinde, kıtanın
içine fiyortlar gibi girmiş. Kominari’den feribotla karşı kıyıya geçerek
yolumuza devam ettik. Yolumuz üzerinde havaalanı ve marinası olan Tivat kentini
geçtik. Körfezin iki kıyısı da birbirine çok yakın ve yerleşik.
Kominari’den
uzaklaşıyoruz
Budva: Budva
kenti de güzel fakat iç savaşta çok zarar gördüğü, restorasyonda da dikkatsiz
davranılınca eski orijinalliğinin pek
kalmadığı ve UNESCO korumasına alınmadığı söylendi. Bununla beraber EskiKent
iyi korunmuş. Sveti Stefan Adası kartpostal gibi ufacık bir alan. Karaya dar ve kısa
bir yolla bağlı, minik bir ada üzerinde kurulmuş olan Sveti
Stefan, geçmişte 400 kadar kişinin yaşadığı bir ada imiş ve altmışlı
yıllara kadar bir balıkçı köyü olarak kalmış. Altmışlı yıllardan itibaren
adanın çehresi değişmeye başlamış ve seksenli yıllara gelindiğinde Kirk
Douglas, Sofia Loren, Orson Welles, Carlo Bruni, Marliyn Monroe ve Liz Taylor
gibi ünlülerin uğrak yeri olmuş.
Budva
yolunda harika kıyı manzaralarından biri Sveti Stefan Adası
Doksanlı yıllarda, Yugoslavya birkaç ülkeye
bölündüğünde Karadağ’ın ayrılmasıyla adanın eski popülaritesi kaybolmuş, ancak
ilerleyen yıllarda Karadağ hükümeti, adanın eski parlak günlerini geri
kazandırma proje başlatılmış. “Aman
Resorts” grubuna 30 yıllığına kiraya verilen Sveti Stefan yeniden restore edilerek 50 odalı ve 8 süitli 5
yıldızlı bir otel olarak hizmet vermeye başlamış ve bir ada-otel olarak dünyanın
en göz alıcı 10 yerinden birisi olarak medyada yer almıştır. En ucuz odasının
fiyatının 1,000$’dan başladığı ve yalnızca otel müşterilerinin veya adadaki
restoranlarda rezervasyonu olanların burayı ziyaret edebildikleri belirtilmektedir.
Budva’da arabamızın parkı ve yemek molası
Perast;
Kotor’a 8 km. uzaklıktaki Perast kasabası
da taş evleri ve körfez üzerindeki irili ufaklı adalarıyla harika bir
mekân.
Kotor
yolunda Perast kasabasında fiyorddan veya körfezden iki manzara
Kotor: Çok
güzel bir körfezin ucunda bulunan Kotor, “UNESCO
Dünya Miras Alanı” listesinde bulunmaktadır. EskiKent (Old Town), XII. ve
14. yüzyıllar arasında inşa edilmiş ve Orta Çağ’a ait mimarî ve tarihî anıtlar
dolu.. Kotor’u yüzyıllar boyunca korumuş olan ve dört kilometreyi aşan şehir
duvarları, surlar heybetli bir görüntü veriyor. Buradan Aziz Ivan kalesine çıkılıyor. Eski Çağ’dan bu
yana Yunanistan’ın antik şehir devlerinin, Romalıların, Avusturya, Venedik,
Bizans ve Sırpların hâkimiyetinde kalan Kotor şehri Adriyatik’in en güzel
limanlarından biridir. Osmanlı Devleti Kotor’u 1538 ve 1657 yıllarında denizden
iki kez kuşatmışlarsa da fethedememişlerdir.
Kotor’un genel görünüşü
Kotor’un sırtını dayadığı dağlar üzerinde görünen şehir surları
Kotor’da
tarihî kentin (Eski Kent/ OldTown) surları
Limana yanaşmış durumda bir kruvaziyer
Girişten sonra görülen ilk ilgi çekici taş yapı bir saat kulesi ve onun dibinde yükselen kulemsi taş ayrıntı. Yanlış hatırlamıyorsam rehberimiz bu kulenin, suç işleyenlerin teşhir edildiği yer olduğunu söylemişti; Osmanlı tarihindeki “seng-i ibret”/ibret taşı”na benzettim.
Old
Town’a giriş kapısı
Karadağ’dan Dubrovnik’e ve otelimize
dönüş geç bir vakitte oldu. Artık ertesi gün ayrılma vakti. Katılımcıların
sabah erken saatlerden itibaren dönüş yolculuğu başlayacak. Bunun için de
düzenli bir plânlama yapılmıştı. Herkes sorunsuzca uçağına yetişti. Böylece
bizler için hem başarılı bir sempozyum hem de unutulmayacak bir gezi programı
gerçekleşmiş oldu.
Zagrep Havaalanı ve Zagrep’ten ayrılış; 09.30. İstikamet Sabiha Gökçen (İstanbul)
Dönüş yolu:
Dönüş günümüz 28 Eylül için doğrudan İstanbul’a
uçuş bulunmadığından önce
Hırvatistan’ın başkenti Zagrep’ e uçuş gerekti. Solda Dubrovnik
Havaalanı. Sağda ise Zagrep’e inerken gün doğumu
No comments:
Post a Comment