* Romanlarda müziklerde yeni bir rüzgar başladı; malzeme olarak kendisine “kürt” varlığını seçti; kimi babaannesinden dinlediklerini, kimi amcalarından dinlediklerini yazıyor. Veya yazma yeteneğini böyle kullanıyor.. Bunun kapısını en baştan “Tarihle yüzleşmek” diye açtılar.. Bir bakıma tarihsel Freud’izm midir acaba? Yahut ta, Hristiyanlık’taki kapalı dolapta itiraf mekanizması mıdır? Bunları yazanlar, dönemin tarihsel ortamını, sorunları, uluslararası konjoktürü hesaba katmadan, tamamen “hafızalar”a dayalı tarih yazıyorlar; o bakımdan bir de demezler mi ki, tarih belgelerden arşivlerden öğrenilmezmiş, edebiyat ve biyoğrafilerden öğrenilirmiş.. Eskiden yoktu, yeni çıktı bu rivayet.. Halbuki, anılar tarih araştırmalarının en az güvenilir belgeleridir.. Ama niyet başka olunca, yani yıllar yıllar sonra zihinleri belli bir yönde şekillendirmek hedef olunca edebiyat, sanat, sinema vs. en etkili araç oluyor. Ve bir de, ilim ve araştırmayı hiçe sayan tanıtım yazıları da yazılıyor..

* Cehalet, kolayı arıyor, zahmete gelmiyor; insanlar film seyrederken tarih de öğreneyim istiyor. Film seyrederken sosyoloji de, uluslar arası ilişkileri de öğreneyim istiyor.. Hangisi doğru? Sen ne taraftaysan o doğru!?

* Anketlerde, %86 oranında anadilinin Türkçe olduğunu söyleyenler de, tembellikten, bilime kayıtsızlıktan bir süre sonra, “herhalde öyle olmuştur zahir..” diyor.. Veya kendisini de suçlayarak, mesela orduyu da suçlayanlara hak vererek, olmuştur herhalde, yapılmıştır herhalde diyor; kimse taşı ilk atanı sormuyor.. Mirasyedi hovardalığı veya cömertliğiyle tarihini harcıyor.. Mehmet Akif’in şiirindeki gibi; iki vasıfsız amele, ellerindeki balyozla, bu kubbe yıkılacak desen Süleymaniye’yi iki saatte yerle bir eder.. Ama Süleymaniye’yi dikmek için bir Kanunî, yetmiyor bir de Sinan lâzım…..; yani bir Mustafa Kemal lâzım, yetmiyor bir de Sakarya, Dumlupınar lâzım..

* Kimilerinin bilerek, kimilerinin de gafletle bölücülük yaptığını düşünüyorum; bilerek yapanlar, Türkiye’den bir devlet çıkarmak iddiasında olanlar.. Bu yeni bir şey değil; “Batı”nın, dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun altından çıkan alt kültür gruplarına etnik hüviyet kazandırma stratejisinin ve yüz yıllık “Hasta Adam” politikasının sonucu.. Bir de bu konuları yazıp çizerken bir üslûp dikkatsizliği var; “iki taraf arasında süren otuz yıllık savaş..” vs, vs… “İki taraf” ve “savaş”; uygun tanımlamalar mı? Memleketimizde Kürtçe konuşan vatandaşlarımız hep böyle mi düşünüyor..? Niye genelleme yapılıyor? Yine, “Kürt hareketi”, “bir Kürt partisi….” gibi genellemeler; öbür partiler ne veya kimin partisi.. Bu tanımlamalar, nihayet muhatap alınanları kitleselleştirmekten ve itmekten başka neye yarar? Evet, farklı bir dil (?) konuşuluyor, fakat örfî ve dinsel elli tane ortak noktamız var; ırk ile milliyetin aynı olmadığını bunları yazan çizenler bilmiyor mu? Bir ırkı, bir mezhebi temsilen bir parti kurulabilir mi yasalara göre? Fiilen bir “Kürt “partisi olduğuna göre, diğer ırktan olduğu iddia edilenler tarafından da aynı nitelikte parti kurulabilir mi?

* Dünyaya gelirken doğacağın yeri, ananı babanı seçme özgürlüğü mü var? Her Türk “Türkçü/Turancı”, her Müslüman “Ümmetçi/dinsel siyasetçi” olmak zorunda değil de, her Kürt mutlaka “Kürtçü/bölücü” olmak zorunda mı? Bu hususta sitelerin birinde bir şiir gördüm; nakaratını paylaşayım istedim:
“Uyan Türk evlâdı, uyuma uyan
Otuz kupona alınmadı bu vatan…”
(http://bmcgrup.blogcu.com/sozde-kurdistan-haritasi/2970248)

* İdeolojik doğmatizm hâlâ terkedilmiş değil, uğranılan kişisel, ailesel haksızlıklar devlet ve millete kin ve nefrete, neticeten intikam duygularına dönmüş durumda; kendi memleketini, bu kadar hor kullanan, kendi geçmişinden bu kadar hoyrat söz eden başka millet var mı acaba?.. Hiç olmazsa vatandaşlarımız, bunları yapanlara bakıp, yerine koymaya kalkışılan yeni millet, yeni yönetim kavramlarına baksınlar; ırklarını, kurmak istedikleri devletlerini nasıl yüceltiyorlar, nasıl idealize ediyorlar, nasıl üzerine titriyorlar.. Hani tarihle yüzleşilecekti, hani kendimizi aşacaktık ya; hep Türkler mi tarihiyle yüzleşecek, hep Türkler mi kendini aşacak? Bunları söyleyip yazanlar, siyasal ve coğrafî talepte bulunanlar niye yüzleşmiyorlar ve kendilerini aşmıyorlar??

* “Sevgili Vatandaşlarım” diye hitap etmiyorlar artık bize, siyasetçisinden sanatkârına kadar mikrofonu eline alan Laz, Çerkez, Kürt, Ermeni, Rum, Alevi vs. vs. vs..; bir bakıyorsunuz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ırkçılıkla suçlanıyor; “Türk” diye bir ırkın olmadığı, hep karışmış kaynaşmış olduğumuzdan behsediliyor, ama nedense Kürtler veya diğerleri kimseyle karışmamış, kaynaşmamışlar, Med’lerden ( bir rivayete göre Mitannilerden, bir rivayete göre Hurrilerden bir rivayete göre Karduklardan…….) bu yana yaklaşık 2500 yıldır saf kalabilmişler. Hem de bu coğrafyada hiç devlet kuramadıkları, hiç hakim olamadıkları halde, hem de İskender’den Persler’e, Ermeniler’den Türkler’e Araplar’a kadar halklarla ve bu halkların yönetiminde yaşadıkları halde.! Müslüman, Hristiyan, Zerdüşt, Mani inançlarının hakimiyet alanında yaşadıkları halde..! Türkler, siyaseten, tarihen ve kültüren Türklük güderse, “Türk” kelimesini tanımlayıcı olarak kullanırsa ırkçı oluyor, ama “Kürtlük” veya diğerleri kullanılınca ırkçılık olmuyor.. ???

* “Ilımlı İslâm” politikalarına gelince: Uluslar arası ilişkilerde dinsel ve millî (ulusal) hislerin ne kadar etkili olduğu yaşanan siyasal olaylarla sabittir.. Müslüman devletlerin “fetih” politikaları, dinamizmini bu kaynaktan alır; Batı’lı devletlerin “Haçlı” politikaları da.. Ama bazen de sorun aynı dinden veya aynı soydan olan devletler ve milletler arasında olursa politika enerjisini ve meşruîyetini (kabul edilebilirlik gücü) nereden alacaktır? Siyasal tarihte bunun örneği pek çok; iki dünya savaşı da Hristiyan devletler ve topluluklar arasında patladı.. Türk tarihinde de, Ankara Savaşı, Osmanlı- Memluk ve Safevî savaşları, Anadolu Selçuklu ve Eyyubî mücadelesi gibi (1230 Yassçimen Savaşı)… Herhalde o zaman hanedan bağı, siyasal (çıkar) ittifaklar veya aynı dinden olunmasına rağmen bu sefer de mezhebî bağlılık gibi daha alt mensubiyetler öne cıkacaktır..

* Türk İstiklâl Harbi’nde dinsel ve ulusal hislerin bir arada büyük bir mücadele enrjisi yarattığını görüyoruz; buna siyaseten var olma iddiası, bağımsızlık ilkesini da katmak gerekir..

* Millî/ulusal hislerdeki yoğunlaşmanın, dinsel hisleri bastırıp nötralize ettiği görülmüyor ama, baskın dinsel hislerin ulusal hisleri yok ettiği yargısı tamamen yanlış değil.. Ama bu yorumlama, din ve milliyetin aynı sayıldığı Yahudi toplumu için bir istisna olabilir.. Arap toplumunda ise, din ve milliyet bir mi? Onların arasındaki mücadelede de, mezhebî aidiyet öne çıkarılmıştır.. “İslamcılık” akımı Osmanlı’da “Türk” unsurunun ulusal aidiyetini epeyce çökertmişti.. Ama, İslamcılık/Ümmetçilik akımı, tarihsel görünümüyle bir Arap milliyetçiliği/Arap ulusçuluğu biçiminde tezahür etmiştir; Hrıstiyan Araplar da, “Panislamizm” akımını desteklemişledi.. Osmanlı son dönemlerinde ve Cumhuriyet döneminde milliyeçiliğin, dini değil ama dinsel siyaseti reddetmesi yani lâik siyaset geleneğini tercih etmesi Ümmetçi çevreler tarafından dini red, dine karşı olmak biçiminde değerlendirilip, propaganda edilmiştir..

* I. ve II. Irak savaşlarında Kürt toplulukları aynı dinden oldukları halde ulusal hisleriyle hareket ederek, Hristiyan Amerikalılar’la askerî ve siyasal işbirliğine girmişlerdir; hatta aynı ittifakı yapmakla Türkiye’ye şantaj bile yapmaktadırlar.. Araplar ise, aralarındaki Sünnîlik ve Şiîlik aidiyetini aşarak ulusal bir kimlikte birleşememişlerdir.. Kürtler ulusal kimliği ön plâna alırken, bin yıldır dinsel siyaset geleneğine sahip olan Araplar, bunu bir türlü aşarak ulusal kimlik aidiyetine ulaşamamışlardır?.. Mezhep, hanedan ve her an değişebilen ittifak grupları halinde bulunmaktadırlar..

* Öyleyse, Türkiye’de ve de Türk halkına yönelik “Ilımlı İslâm” politika ve propagandalarının amacını, faydasını ve zararını yeniden düşünmek lâzım; mesele sadece “tolerans ve hoşgörü” meselesi olarak görülmüyor.. Türkiye’de millî/ulusal hislerin bir arada tutacağı ve siyasal bir enerji yaratacak olan ezici çoğunluktaki kitle, yani “Türk” kitlesi, Nurcular, Süleymancılar, Nakşibendiler, Fethullahçılar, Alevîler vs, vs, vs olarak dinsel hisleri ulusal hislere baskın gelen gruplara bölündükçe ülkenin ve milletin dayanma gücü kalır mı? Üstelik tarihsel tecrübe, bu dinsel bakımdan parçalanmanın hoşgörü ve barış getirmeyip, gittikçe aşırılaşan, katılaşan, birbirini dinden sapmakla suçlayan “Takva” tartışmalarını getirmiştir; ilginçtir, Suudî Arabistanda ilk kez, kız erkek öğrencinin karışık okuduğu “Kral Abdullah Bilim ve Teknoloji Üniversitesi”nin kurulmasına izin verdiği için Suudî Arabistan Kralı Abdullah, El Kaide örgütü tarafından dinsizlikle suçlanmıştır (Milliyet, 5 Kasım 2009, s:11).. Osmanlı döneminde de, 16. yüzyılda bir Kadızâdeliler hareketi vardır..

* Netice, “Ilımlı İslâm” politikaları, ana Türk kitlesini parçalamaya yönelik olup, sosyal mozaikleştirme politikalarının bir parçası mıdır?

* Aralık ayının ortalarındayız; bütün yurtta terörist faaliyetler tırmandırılıyor, kurtarılmış bölge provaları yapılıyor.. Yer yer vilayetlerde ve bazı ilçelerde küçük büyük gruplar, emniyet güçlerine ve onların ailelerinin oturduğu lojmanlara yani sivil hedeflere saldırıyorlar.. Böylece oluşturulacak “isyan” bilinci ve duygularıyla, öngörülen bir günde yapılacak bir halk ayaklanmasının provası yapılıyor gibi; tabiî halkın, bu strateji istikametinde sürüklenip sürüklenmeyeceğini, bir toplu kalkışmaya yönelip yönelmeyeceğini kestirmek güç.. Ancak Türkiye’nin iyi yönetilemediği de kesin.. Kimileri de, geçmiş yıllara ve 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a atıflar yaparak, federasyonu bile tartışarak, Kürtlere özerklik verme fikrinde idi diyerek (Zaman, 10.12.2009) tartışmaları siyasal boyuta taşımak istiyor sanki… Hatta, bir zamanlar Atatürk’ün böyle bir vaadinin olduğunu bile iddia etmişlerdi; yani Atatürk, “Vatanın bütünlüğü, milletin istiklali tehlikededir.” diyecek, “Ya istiklal, ya ölüm.” diyecek, Erzurum ve Sivas kongrelerinde, Misak-ı Milli’de Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı tarih olan 30 Ekim 1918 sınırlarının bütünlüğü savunulacak……… sonra, İngiliz, Fransız, ABD bizi bölemesin diye önce birlikte mücadele edelim, memleketi kurtaralım, bütünlüğümüzü sağlayalım da, sonra biz memleketimizi, birbirimizi böler, bir federasyona gideriz diyecek, öyle mi!!??… Ne Atatürk’ün düşünce dünyasında, ne de tarihsel gerçekte böyle bir düşünceye yer yok….

* DTP’nin kapatılması üzerine, 12 Aralık 2009’dan itibaren çok sert ifadeler, çok sert meydan okumalar yazılı ve görsel medyada yer almaya başladı.. Hatta şimdiden Nevruz’la tehdit eden ifadeler bu günkü (12 .XII.2009) haber sitelerinde görülmeye başladı; 30 Ekim 1918’den itibaren düşünürsek, yeni bir yol ayırımındayız galiba….?

* 2009 yılı, bütün temennilere rağmen, sorunların çözümlendiği huzur ve refah yılı olamadı; 2010’un bir huzur ve refah yılı olması dileğiyle, “Yeni Yıl” kutlu olsun.