* 2008’in bir dökümü neredeyse her yayın organı ve diğer medya unsurlarınca yapıldı; siyasal çekişmeler, terör, AB ile ilişkiler, ekonomik kriz.. Tecrübe için bir yıllık süre çok kısa ama,

genç insanlarımız için de, başka bir imkân yok; bu durumda geriye dönüp, yaşanılanların şahsî hayatımıza ve milletimizin hayatına ne getirip ne götürdüğünü düşünebilirler.. Bu zihin egzersizini, olayları yaşarken yapamazlardı; çünkü akvaryumdaki balık suyu bilmezmiş.. Şimdi, kafamızı bir an dışarı çıkarıp, geriye doğru bir değerlendirme zamanıdır..

* En son olan olay, en son söylenen söz akılda kalırmış; 2009’a, ne yazık ki, Gazze faciası ile girdik. Bu olaya, siyaseten ve toplumsal olarak Türkiye’nin tepkisi, ilk anlardan itibaren çok sert oldu.. İlk günlerdeki şaşkınlık geçtikyen sonra, Arap ülkelerinden ve dünyadan güçlü tepkiler görüldü.. Yukarıda söylediğimiz ilkenin ışığında, yani kafamızı akvaryumdam çıkararak bakmak gerekiyor; o zaman şunu göreceğimizi sanıyorum: Yaklaşık yüz yıldır, bir ülkenin/ülkelerin kaynakları nasıl tükettiriliyor?. Ve, İsrail eliyle bölge nasıl istikrarsızlaştırılıyor ve güçlü devletlerin müdahalelerine açık hale getiriliyor.. (Burada, devletimiz ve milletimiz için soralım/düşünelim; Türkiye’nin kaynakları nasıl tüketiliyor/tükettiriliyor ve Türkiye nasıl istikrarsızlaştırılıyor?)

* 2009’un ilk haberlerinden biri, TRT6 olarak Kürtçe yayın yapan bir televizyon kanalının yayına başlaması oldu. Bunu basın ve siyasal çevreler olumlu karşıladılar. Fakat, bu yayınlar için farklı tepkiler de görüldü; kimi siyasal ve sivil çevreler, bu uygulamanın yeterli olmadığını ileri sürüp, yine bilinen ayrılıkçı iddialarını dile getirdiler.. Yani ortada bir vatandaşlık talebi mi var, yoksa stratejik hedef doğrultusunda bir mücadele mi sürdürülüyor? Ancak, tarih temenni değildir, umulur ki bir sath-ı maile (eğik düzlem) girilmemiştir; bu hususta iki yüz yıllık idarî tecrübeye sahip bir devlet olarak, neleri getirip, neler götüreceği hesaplanmış mıdır acaba? Temel politika ayrılıkları derinleştirip yabancılaşmak mı, yoksa pek çok ortak noktaları göstererek ve işleyerek millî varlığı güçlendirmek mi olmalı ?

* Sayın Cumhurbaşkanı’nın, annesi için sarf ettiği sözleri sebebiyle Sayın Milletvekili Canan Arıtman’a tazminat davası açması haberlerinin basında tepkileri epeyce yer aldı; fakat Sayın Rıza Türmen’in yazısı dikkatle okunmalıdır (“Tehlikeli bir tartışma” Milliyet, 2 Ocak 2009, s:15). Ayrıca, Osmanlı Padişah-Halifeleri’nin anneleri de düşünülmeli midir acaba? Netice olarak, ne insanî bakımdan, ne de siyasal bakımdan tasvip edilecek bir olay değil..

* Dünya genelinde etnik köken, dil, ve din araştırmaları yapan bir Amerikan vakfı olan USCWM (United States Center of World Mission), Aralık 2008 verilerine göre, Türkiye nüfusunun etnik kökenlerine göre şöyle bir dağılımını vermiş: Türkiye nüfusu yaklaşık 74 milyon kabul edilmiştir. Bu nüfusun, %71’i Türk (yaklaşık 53 milyon), %20’si Kürt ( (yaklaşık 15 milyon.. Burada bir açıklama ile, Kürtler’in yaklaşık 6 milyonunun Türkçe konuştuğu belirtilmiş.). Araştırmada, Türkiye’de 1.8 milyon Arap, 910 bin Çerkez, 620 bin Fars, 540 bin Azeri, 410 bin Gagauz, 331 bin Pomak, 328 bin Bulgar, 151 bin Laz, 76 bin Ermeni, 28 bin Süryani, 14 bin Rum ve 13 bin Musevi bulunduğu iddia edilmiştir. (Milliyet, 2 Ocak 2009, s:13).

* YORUMSUZ: Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı, Ordu MHP Milletvekili Rıdvan Yalçın’ın, vakıflara yapılan yardımlarla ilgili sorusuna verdiği cevapta, Türkiye’deki vakıflara yurtdışından yapılan bağışların 40 milyon dolar olduğunu belirtti (5 ve 6 Ocak 2009 günlü basın haberlerinden..). Bu açıklama şunun için önemli; artık savaşların sıcak yapılması dönemi geçiyor..Evet, soğuk yapılıyor ve sosyal-psikolojik alanda yapılıyor. Zihinler elde ediliyor ve siz/biz kararlarımızı kendimiz, kendi irademizle verdiğimizi zannederken, kazanılmış iradeler dile geliyor..

* Internet’in “yeni çıktığı” sıralarda, 1997 yılında, on dört yaşında bir Amerikalı, Nathan Zohner, “sanal dünyayı” birbirine kattı; Zohner, “dihidrojen monoksit” adlı kimyasal bileşkenin insan sağlığına çok zararlı olduğunu ileri sürüyordu. Dihidrojen monoksit, kanserli hücrelerde en çok bulunan kimyasal madde olmakla kalmıyor, aynı zamanda yoğun terleme ve kusmaya yol açıyor, ağız yoluyla yüksek dozda alındığında boğulmaya neden oluyordu… Yalnız insan sağlığına değil madenlere de zarar veriyor, uzun süreli temasta paslanmaya ve erimeye de yol açıyordu. Bu korkunç madde aynı zamanda nükleer enerji santrallarında da kullanılıyordu! Üstelik bu tehlikeli maddeye, Amerika’nın belli başlı bütün su kaynaklarında, yani deniz, nehir, göl ve barajlarında rastlanmıştı.

Dihidrojen monoksitin özellikle suya karışması önlenmeliydi! Zohner, bu amaçla bir imza kampanyası başlattı. Binlerce kişi bu kampanyaya imza verdi. Sonra da işin suyu çıktı…Evet, işin “suyu” gerçekten çıkmıştı, çünkü, imza kampanyasında DHMO koduyla geçen bu madde, gerçekten de molekülü iki hidrojen atomuyla bir oksijen atomundan oluşan ve formülü daha ziyade H2O olarak bilinen şeyin, yani bildiğimiz suyun ta kendisiydi!

Zohner’in kendi okulunda, yani hepsi kimya dersi gören Idaho eyaletinin Idaho Falls kasabasının Eagle Rock Junior High School öğrencileri arasında bile, “suyun yasaklanması ve suya su katılmasının önlenmesi” için imza verenlerin oranı, yüzde 86′yı bulmuştu!

Daha sonra da, bu olayın, insanların “usturuplu yalanlara inanma” katsayısını ölçmek isteyen bir grup Kaliforniya Üniversitesi öğrencisi, Eric Lechner, Lars Norpchen, Matthew Kaufman ve Craig Jackson tarafından olaydan yedi yıl önce tasarlanmış bir sosyalpsikoloji deneyi olduğu ortaya çıktı.
Hatta Jackson, “bakalım kaç enayi takılacak” diye, “DHMO’ya Hayır” adında uyduruk bir sivil toplum örgütü bile kurmuştu! Zokayı yutanların bir kısmı hidrojen kelimesinden ürkmüş, bir kısmı da “monoksit”i duyunca akıllarına karbon monoksiti getirmiş olmalıydılar…Fakat burada önemli ve ilginç olan, sürü davranışıydı; duyduğu, her şeye, anlayıp dinlemeden, üzerinde durup düşünmeden, araştırmadan inanma eğilimi… O günden beri de bu tutuma “Zohnerizm” adı veriliyor.
(http://www.uludagsozluk.com/k/zohnerizm/