Semerkant’a doğru
8
Eylül 2018 Cuma günü Semarkant’a doğru yola çıkıyoruz. Önce yolumuzun üzerinde
bulunan Şeyh Nakşibendi Hazretleri’nin türbesini ziyaret edeceğiz. Sabah 09.15
gibi otelden ayrılarak, yaklaşık 45 dakikalık bir yolculuktan sonra türbeye
geldik. Fakat önce Şeyh Nakşibendî Hazretlerinin annesi ziyaret edilirmiş; o
sebeple önce o tarafa yöneldik.
Etkileyici
ve geniş bir yapılar kompleksinin içinde ilerliyoruz. Türbe ve çevre
düzenlemesinin devam ettiği görülüyor. Girişten sonra bir ara alana geliniyor.
Bu alanın sol tarafındaki girintide bulunan panoda ziyarette dikkat edilecek
hususlar yazılmış. Sağ taraftaki girintide bulunan panoda ise Nakşibendî
Hazretleri hakkında, İngilizce, Rusça ve Türkçe olarak bilgi veriliyor. İleri
doğru yürümeye devam ettiğinizde karşımıza Şeybanîlerin kabristanlığı geliyor: Şeybanîler (ilk
kuruluşları 1428-1468) Cengiz Han'ın oğullarından Cuci'nin 5. oğlu ve Batu'nun kardeşi
olan Şeyban'ın
(Şiban) sülalesinden gelen bir hanedandır ve Özbekleri yöneten Ebu'l Hayr tarafından
kurulmuş bir Türk devletidir. 1468'de Timur İmparatorluğu tarafından yıkılmış ve
1500'de Muhammed Şeybani tarafından yeniden
kurulmuştur; bu dönem 1599 tarihine kadar sürmüş ve bu hanlık Özbek Hanlığı
olarak da bilinmektedir. Muhammed Şeybani 1506 yılında Buhara'yı
ele geçirmiş ve 1561'de yönetim merkezini Buhara'ya taşıdığı için Hanlık, Buhara Hanlığı olarak ta anılmaya
başlamıştır. “Şeybani” ya da “Şibanoğulları Hanlığı”1599'da yılında Astrahan Hanlığı kökenli olan Can Han'ın oğulları Din Muhammed, Bakî Muhammed ve Vali Muhammed kardeşler
tarafından yıkılmış ve Buhara Hanlığı Astrahan Hanları
hanedanının (ya da Canoğulları)
eline geçmiştir. (https://tr.wikipedia.org /wiki/ %C 5%
9Eeyban%C3%AEler)
Önce
anneyi ziyaret edeceğimiz için yürümeye devam ediyoruz; güzergâh bakımlı ve
temiz. Bir ara kapıdan geçerek yolumuza devam ediyoruz. Ara kapının alanında
hediyelik eşya satan ve meyva satıcıları var. Yolun iki tarafında mor renkli
reyhan bitkisi dikili olduğundan etraf mis gibi reyhan kokuyor. Yol da hayli
kalabalık; epey bir ziyaretçi var.
Karaşaş Ana’nın
ziyaretini tamamladıktan sonra geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz; burada da yol
kenarlarında reyhan dikli ve etraf mis gibi reyhan kokuyor. Bu kez pek te küçük
olmayan bir çardak dikkatimizi çekti; üzümler de harika görünüyordu.. Bahçenin
ve asmaların bakımını yapan kişiden birkaç salkım üzüm istedik.. O sıcakta ve
yorgunlukta iyi geldi.Hoca Bahâeddin Nakşibendî, Miladî 1318’de Buhara yakınlarında, daha sonra Kasrıârifân adını alacak olan Kasrıhindûvân
köyünde doğmuştur; babasının neslinin Hz. Peygambere, annesinin neslinin de Hz.
Ebubekire dayandığı rivayet edilse de, “Hz.
Peygamber’in neslinden olduğunu, dedeleri arasında İmam Ca‘fer es-Sâdık’ın da
bulunduğunu ileri süren rivayetler ihtiyatla karşılanmalıdır.
|
Bahâeddin, üç
günlük bebek iken, o sırada doğduğu köyde bulunan dedesinin mürşidi Hacegan Tarikatı
şeyhi Muhammed Semmâsî tarafından mânevî evlât olarak
kabul edilmiştir. Semmâsî, beraberinde bulunan müridi Emîr Külâl’i Bahâeddin’in
tasavvuf terbiyesi için görevlendirmiştir. Bahâeddin’in Semmâsî ve Emîr Külâl ile
ilişkileri hakkında ayrıntılı bilgi olmadığı belirtilmektedir. Muhtemelen
evlenme çağına geldiğinde dedesinin, kendisi için seçtiği gelin adayı ile
evlenmesi hususunda görüşünü alması için huzuruna gönderdiği zamana kadar
Semmâsî’yi görmemiştir. Bahâeddin Nakşibend uzun yıllar Emîr Külâl’in yanında
kaldı. Henüz kemale ulaşmadığı halde halinden memnun görünmesi üzerine mürşidi
onu tekkeye abdest suyu taşımakla görevlendirmiştir.
Uzun süren çok yönlü müridlik
devresini tamamladıktan sonra doğum yeri Kasrıhindûvân’a dönerek müridlerini
yetiştirmeye başlayan Bahâeddin, daha sonra ikisi hac için olmak üzere üç defa
Buhara’dan ayrılmıştır.Bahâeddin, 2 Mart 1389 tarihinde doğduğu
köyde vefat etmiştir; “Kasrıârifân”
daha sonraki yıllarda Bahâeddin (Buharalılar’ın telaffuzuna göre Baveddin)
adını almış ve “Nakşibendiyye”
tarikatı kuruluşunu tamamlayıp yayıldıkça mezarın etrafında geniş bir külliye
oluşmuştur. Buhara ile Bahâeddin Nakşibend arasında kurulan mânevî bağ da o
kadar kuvvetli olmuştur ki Buharalılar onu “Hâce-i
belâ-gerdân” (belayı defeden hâce) diye anmışlar ve şehrin mânevî
koruyucusu saymışlardır.
“Bahâeddin”,
kurduğu tarikatın mensuplarınca özellikle Türkiye’de “Şâh-ı Nakşibend” unvanıyla tanınır; “Nakşibend” unvanının taşıdığı mâna ve bu unvanın ona ne zaman ve
nasıl verildiği konusunda ilk Nakşibendî kaynaklarında bilgi yoktur. Sonraları
bu unvanın, devamlı yapılan hafî (gizli) zikrin kalpte bıraktığı “nakş”a (iz)
bir işaret olduğu söylenmiş ve bu yorum genel kabul görmüştür.
Bahâeddin Nakşibend’in tasavvufî görüşlerini
ihtiva eden herhangi bir eseri bugüne ulaşmadığı için bu konuda ancak kendisi
hakkında telif edilen eserlerde nakledilen menkıbelerden hareketle bazı
sonuçlara ulaşmak mümkün olmaktadır.
Bahâeddin’e atfedilen birçok şiir ve
risâlenin de ona ait olmasının imkânsız gibi olduğu ileri sürülmektedir.. Ancak
eski Nakşibendî metinlerinde geçmeyip, okunması da Nakşibendî âdâbının bir
parçası olmamakla birlikte onun adını taşıyan “el-Evrâdü’l-Bahâiyye” adlı eserin onun tarafından telif edilmiş
olabileceği belirtilmiştir. Bahâeddin’e nisbet edilen
bazı şiirlerle “Silkü’l-envâr”, “Hediyyetü’s-sâlikîn” ve “Tuhfetü’t-tâlibîn”, “Hayâtnâme”, “Delîlü’l-ʿâşıḳīn” gibi risâlelerin büyük bir ihtimalle ona ait
olmadığı belirtilmiştir.
Bahâeddin’in sözleri de başkalarının telif
ettiği eserler yoluyla günümüze intikal etmiştir: bunların başlıcaları
Fahreddin Ali Sâfî’nin Reşehât’ı, Abdurrahman-ı Câmî’nin Nefehât’ı,
Selâhaddîn-i Buhârî’nin Enîsü’t-tâlibîn’i ve en önemlisi Hâce Muhammed Pârsâ’nın
Risâle-i Kudsiyye’sidir. Bahâeddin Nakşibend’in bir hac esnasında Pârsâ’yı başhalife
olarak tayin ettiği zannedilmekte ise de, ölümünden sonra damadı Hâce Alâeddin
Attâr başhalife olarak ortaya çıkmıştır.
Bahâeddin’in, mensup olduğu “Hacegan” tarikatının adının sürmeyip,
kendi merkezinde bir tarikatın nasıl oluştuğu da tartışılmıştır. Nakşibendî silsilesinin sürdürülmesini sağlaması
bakımından en önemli halifesinin Mevlânâ Ya‘kūb-i Çerhî olduğu ve onun yetiştirdiği
Ubeydullah Ahrâr’ın, Nakşibendî tarikatının Orta Asya’da en önemli tarikat
olmasını ve bütün İslâm dünyasına yayılmasını sağladığı belirtilmektedir. Tarikat İstanbul'un fethinin
hemen ardından Osmanlılar tarafından benimsendi. (https://islamansiklopedisi.org.tr/bahaeddin-naksibend; https://www.haberler. com/naksibendi-hazretlerinin-turbesi-ne-insan-akini-2841779-haberi/)
Hoca
Bahaeddin Nakşibendî’nin mezarının olduğu alanın etrafında, belirli bir
yükselti üzerinde oturmak için ahşap sıralar bulunuyor. İnsanlar burada hem
dinleniyor, hem de dua ediyorlar. Bir köşede de bir hafız kuran okuyor. Bir
süre sonra duayı eden kişiye etrafında bulunan grup para vermeye başladı.
Aslında bu mekânda, Topkapı Sarayı’nda (İstanbul) olduğu gibi sürekli kuran
okuma geleneği olsa ne iyi olur diye düşündüm; ama para toplam işi göze hoş
görünmüyor. 17. Yüzyıl Osmanlı dönemindeki “suhte”
ayaklanmaları aklıma geldi.
Nakşibendî
Külliyesi’nden saat 10.30’da hareketle 15.30’da Semerkant’a vardık; yol
çoğunlukla iyi. Uçsuz bucaksız ova; Maveraünnehr’i katediyoruz. Yer altı suyu
bol olduğundan yaygın bir sulama ağı kurulmuş. Tarlalar yemyeşil. Mısır ve
pamuk tarlaları göze batıyor. Ama su olmazsa buralar boz bir toprak ve çöl.
Sıcaklık 30 dereceden fazla. Mayıs ayı ile kasım ayı arasında yağmur yağmaz
imiş. Bu topraklar ekilebilir hâle gelse neler yetişmez ve hangi nüfusu
doyurmaz!
Yol üzerinde tarihî bir mekâna uğradık; vaktiyle
mahallî bir beyin özel ikametgahı olan, şimdi de müze olarak ziyarete
açılan bir binalar topluluğu.. Giriş
kısmında yine hediyelik eşya satıcıları var. İpek, ve pamuk malzemenin
kullanıldığı halı ve diğer dokumalar, özellikle bayan arkadaşların pek
beğenisini kazandı.
Semerkant’a
varışımız geç oldu ama önce programlanan yemeğe gittik; ana yoldan ayrılarak
toz, yoprak bozuk bir yola girdik. Otobüsümüz bir sokağa giremeyince 10 dakika
kadar yürümek zorunda kaldık. Ama duvarların arkasında, güzel bir bahçede
sofraları görünce yolu unuttuk. Zevkli ve eğlenceli bir yemek yedik.
Yemekten
sonra Registan meydanına gittik; Registan adı Farsça'da
"Kumluk" ya da "Çöl" anlamına gelmekte imiş. Medreseler, mimarî son derece etkileyici.
İnsan neyin, ne tarafın fotoğrafını çekeceğini şaşırıyor. Tarih, soydaşlık,
kardeşlik, sevgi ile karışık olağanüstü bir ortam. Saat hızla ilerliyor.
Rehberimizin plânlamasına bir türlü uyulamıyor.
Registan Meydanı
önemli bir yenileme çalışmalarından geçmiş; yenileme çalışmalarına ancak
kubbelerin kuvvetlendirilmesinden sonra başlanılabilmiş. Sadece Tilla-Karı
(Tilya Kori) Camii'nde 120.000 metre küp toprak temizlenmiş ve dışarıya
atılmış. Tarihte meydana gelen depremler neticesinde bir hayli zayıflayan
tuğlalar çimento ile güçlendirilmiş ve Registan Meydanı günümüzde
muhtemel bir depreme karşı daha dayanıklı bir hale getirilmiş.
Registan ve üç medresesi; soldan sağa Uluğ Beg Medresesi, Tilya-Kori Medresesi ve Sher-Dor Medresesi
Uluğ Bey Medresesi (1417–1420); Uluğ Bey tarafından yaptırılmıştır.
Tuğla mimarî ve süslemenin harika örneklerinden biri. Giriş
kapısının iki yanında gayet görkemli iki minare bulunmaktadır. İç kısımdaki kare avluda cami
ve konferans salonları ve öğrencilerin yaşadığı hücreler (odalar) bulunmaktadır.
Uluğ Bey Medresesi 15. yüzyılda ileri derecede eğitim veren bir kurumdu; Uluğ
Bey'in kendisi de orada ders vermişti. Uluğ Bey’in iktidarı sırasında
medrese bir öğrenme merkezi idi.
Uluğ Bey Medresesi'nin dıştan görünüşü ve iç avlusu
Uluğ Bey Medresesi'nin süslemelerinden örnekler
Tillâ
Kârî Medresesi: Uluğ Bey Medresesi ile Şir-Dor Medresesi arasında konuşlandırılmış
olan Tillâ Kârî Medresesi 1647-1659 yılları arasında
inşa edilmiştir. Adı, “Altın Kaplamalı
Medrese” anlamındadır. Sadece öğrenciler için
bir külliye olarak kullanılmakla kalmayıp, ayrıca merkez cami olarak
da kullanılmaktaydı. Ön cephesi iki
katlı olup, etrafında öğrencilerin yatak odaları bulunan, birbirine dört adet
galeri ile bağlanan büyük bir iç avluya da sahipti. Yukarıdaki resimde de
görüldüğü gibi, cami avlunun batı yakasında yer almaktaydı. Camiinin ana holu bolca altın kaplama ile süslenmişti. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Tilla-Kari_Medresesi).
Tillâ Kârî Medresesi’nin 1905-1915
yılları arasındaki harap hâli ve Tillâ Kârî Medresesi’nin görünüşü (2018)
Şir-Dor
Medresesi: XVII. yüzyıl Semerkand Hâkimi
Yalangtuş Bahadır'ın emriyle Tillâ-Kârî Medresesi ile beraber bina
ettirilmiştir. Eyvan tarzında inşa
edilmiş olup, ön cephesindeki arslan figurleri
ve arslanların üzerlerindeki insan başları ile ilgi çekmektedir. Yaşayan
canlıların ve insanların resimlerinin dini binalara yapılması ve süs aracı
olarak kullanılması yasağını da ilk defa delmiş olmasıyla da bir hayli ilginç
bulunmaktadır: “Taçkapı kemer
kavisinin iki yanındaki alınlığı dolduran, lâcivert zemin üzerine yapılmış
beyaz çiçekler ve kıvrım dallar arasında simetrik olarak yerleştirilmiş iki
adet sarı kaplan ve güneş (insan yüzü şeklinde) tasviri görülmektedir. Bu
tasvir aslan-güneş kompozisyonunun bir çeşitlemesi biçiminde düşünülebilir.
Medreseye sırf bu tasvirden dolayı “Şîr-dâr” (aslanlı kapısı olan) denilmiştir
ve burada ilk anlam olarak güneşin söz konusu burca girmesi kastedilmektedir
(aynı şekilde kaplan da bir yıldız grubunun simgesiydi); bununla birlikte
hükümdarlık sembolizmine de atıfta bulunulmaktadır. Nitekim eski güneş
kültlerinin etkisiyle hükümdar güneşe benzetilirdi ve bu sebeple güneş ve aslan
Timur’un armalarından biri olmuştu.” (https://islamansiklopedisi.org.tr/sirdar-medresesi; https://tr.wikipedia.org.
wiki/%C5%9Eir-Dor_Medresesi). “Geometrik ve tipik bitkisel karakterli
kompozisyonların yanında yazı da (hat) büyük yer tutar ve en çok fîrûze sırlı
tuğlalarla oluşturulan kûfî yazılar görülmektedir. Bunlarda “(Yâ) Allah”,
“Muhammed”, “Allāhüekber” gibi tekrarlanabilir ibareler söz konusudur. Muhtelif
yerlerde şeritler halinde daha çok sülüs tarzında sûre ve âyetler de yer
almaktadır.”
Bîbî Hatun
Medresesi’ndeyiz: Timur’un son yıllarında inşaatıyla bizzat
ilgilenerek başşehri Semerkant’ta yaptırdığı devâsâ ölçülerde bir yapıdır. Adını,
Timur’a “han damadı” anlamındaki “küreken” unvanının verilmesine sebep
olan gözde eşi, Çağatay Hanı Kazan Halîl Han’ın kızı Saray Melik Hanım’ın halk
arasındaki “Bîbî Hatun” lakabından
alır. İnşaatına 1399’da başlanan bina 1404 yılında büyük ölçüde tamamlanmış,
fakat Timur’un ölümünden (1405) sonra bu haliyle kalmıştır.
Bir şehitlik-cami-medrese külliyesi
olarak tasarlanan binanın yapılış amacı, Timur’un Hindistan seferi sırasında
(1398-1399) kazandığı zaferlerin hâtırasını ebedîleştirmektir. Tarihî kaynaklar,
Timur’un Mayıs 1399 tarihinde yer tesbit ederek yapım işini başlattığını, fakat
batı seferi (1400-1404) sebebiyle Osmanlı ve Memlükler’le savaştığı zaman
zarfında inşaata karısı Saray Melik Hanım’ın
nezaret ettiğini belirtmektedirler.
1404 yılında seferden dönen Timur eşinin gözetiminde yürütülen inşaat
faaliyetinden memnun kalmamış ve binanın taçkapısı başta olmak üzere bazı
bölümlerini yıktırarak yeniden yaptırmıştır; yeni taçkapı eskisinden daha geniş
ve daha yüksektir. Saray Melik tarafından, Timur’un bir meşhed ve medrese
olarak bütünlük arzeden bina planından farklı biçimde yaptırılan medrese
bölümünde kendi türbesi de ana bina ile bağlantısı bulunan bir birim halinde
ortaya çıkmıştır. “Bîbî Hanım Türbesi”
denilen bu türbe caminin karşısında yer almaktadır. Zaman içinde harap olan
külliye çok sonraları, 1970’lerden sonra restore edilmeye başlanmıştır. Ana
yapı malzemesi olarak tuğla kullanılmış, yalnız yan salonların sütunları için
taş malzeme kullanılmıştır. Süslemenin tamamı tuğla malzemeye göre düzenlenmiş,
ayrıca çini mozaik süslemeler de kullanılmıştır.
Bîbî Hatun Camii’nin avlusunda devasa bir mermer
rahle bulunmaktadır: Bu rahleye, Timur’un getirdiği ve Hz. Osman’a yazması ve
üzerinde onun kanı olduğuna inanılan Kur’an- I Kerim konulurmuş. Hâlen ise
çocuk sahibi olamayan kadınlar rahlenin altındaki iki taş ayağın arasından
sürünerek 3 kez geçip çocuk sahibi olmayı ümit ediyorlar.
Bîbî
Hatun Külliyesini ziyaret ettikten sonra yakındaki pazar yerine geçtik; artık
hava da kararmaya başlamıştı. Fakat bize söylendiği gibi zengin bir kuru yemiş
pazarı görmedik. Biraz da fiatlar pahalı geldi. Toplanma yerimizde, herkes
birbirini bekler iken aldığımız hediyeler, fiatları, güzellikleri vs.
konuşulurken bir anne ile iki kızı ellerinde keçi ve deve tüyünden elde
dokunmuş, gayet zarif şalları ile geldiler. Çok güzel Türkiye Türkçesi
konuşuyorlardı. Ellerindeki şalları satmaya çalışıyorlardı; sempatik
tavırlarıyla, içten davranışlarıyla sattılar da.
Akşam
saat 20.30 gibi yemek için restoran geçiyoruz; Semarkant Restoran 2 katlı. İlk
katta gayet neşeli bir düğün olduğunu gördük.. Bizim için de eğlenceli oldu.
İkinci kata, yemek salonuna geçtik. Her yer dolu. Turist pek çok; keyifli bir
yemekten sonra saat 23.00 gibi otelimize geldik.
Semarkant
Restoran ve geceyi renklendiren düğün
9
Eylül; ilk ziyaretgâhımız Emîr Timur Türbesi (Gûr-ı Emîr/Gûr-i Mîr/Emîr’in Türbesi) Timurlu mimarisinin en güzel ve en önemli eserlerinden biri olan Emîr
Timur Türbesi hankah, medrese ve değişik mimarî kısımlardan teşekkül eden geniş
bir külliye özelliğindedir.
Timur, 18 Şubat 1405 tarihinde, Çin'e sefere
giderken Otrar'da 69 yaşında ölmüştü; “1399 yılında başlayan inşaat 1403’e kadar
devam etmiş ve bu sürede, tarihî kaynaklardan, asilzade çocuklarının terbiye ve
tahsiline ayrılmış bir medrese ile hükümdarlık misafirlerinin ağırlanmasına
mahsus bir külliye olarak teşkilâtlandırıldığı öğrenilen ilk yapılar inşa
edilmiştir. Zaman içinde ortadan kalkan bu ilk bölümlerin mimari durumu
hakkında ancak arkeolojik kazılar sonunda bilgi sahibi olunabilmiş ve ortaya
çıkarılan kalıntılardan, külliyenin Timurlu mimarisine uygun bir teşkilâta göre
planlanmış merkezî bir tören meydanı ile ona açılan hankah ve medreseden
teşekkül ettiği anlaşılmıştır. 1404
yazında batı seferinden dönen Timur külliyede bazı değişiklikler yapılarak bir
türbe inşa edilmesini istemiş ve derhal başlatılan inşaat, aynı yılın son
ayları boyunca sürdürülen hızlı bir çalışma ile 1405 yılının Ocak ayında
tamamlanmıştır. Ancak aynı günlerde Timur’un ölmesi üzerine (18 Şubat 1405)
türbeye Timur defnedilmiş ve bu tarihten sonra külliye Gûr-ı Emîr adıyla
anılmıştır. Bir aile kabristanı olarak kullanılmaya başlanan türbeye
Timurlular’ın ilgisi büyük olmuş, hânedanın en önemli hükümdarlarından ikisi ve
şehzadeler buraya defnedilmiştir. Bunlar Muhammed Sultan Mirza’dan başka onun
kardeşi Pîr Muhammed Mirza, Timur’un oğullarından Celâleddin Mîrân Şah Mirza ve
Şâhruh Mirza ile oğlu Uluğ Bey’dir. Türbede gömülü hânedandan gelmeyen tek
kişi, Timur’un hocası ve yakın dostu olan Aziz Nur Seyyid Bereke’dir.” (https://islamansiklopedisi.org.tr/gur-i-emir)
Timur’un Semerkand’daki “Gûr-ı Emîr” muhteşem türbesinin altındaki mahzende bulunan
ama ziyarete kapalı tutulan gerçek kabrini, yani “zîr-i zemîn” şeklindeki asıl
mezarını biz göremedik; “Zeminin altı”
demek olan “zîr-i zemîn”, eski Türk mimarîsinin önemli bir geleneği idi;
Selçuklular’da, Timur İmparatorluğu’nda ve Osmanlı Devleti’nin ilk
dönemlerindeki mezarlar bu şekilde inşa edilmişti. Cenaze yer seviyesinin
altında bulunan mahzeni andıran bir odaya kıbleye bakar şekilde defnedilir,
üzerine önceden inşa edilmiş yahut edilecek olan gösterişli türbenin aşağıdaki
mezarın tam üzerine isabet eden yerine de sembolik bir lâhit konur, aşağıdaki
asıl mezar değil bu lâhit ziyaret edilir ve dualar burada edilirdi.” (https://www.haberturk.com/iste-timur-un-asil-mezari-2159029)
Timur’un
bedeni mumyalanarak bu lahde konulmuştu; “Orta
Asya tarihini de dikkate alarak şaşırmamalıyız. Bugün Orta Asya’da, hem de çok
iyi korunmuş olarak yüzlerce mumya bulunmuştur. Daha yakın zamana ve Türkiye
coğrafyasına gelirsek, beylikler döneminden kalma kümbetlerde, daha önceden
varlığı bilinmeyen mumyalar bulunmuştur. Yerel müzelerde, bu mumyalardan birkaçı
sergilenmektedir. Görünen odur ki Türkler Anadolu’ya geldiklerinde Müslümanlığı
seçmiş oldukları halde kültürlerini ve yaşayış biçimlerini ve adetlerini bir
oranda eskiye benzer biçimde sürdürmekteydiler. Önemli ölüleri mumyalamak da bu
adetlerden biriydi. Osmanlı Tarihinde de serhat boylarında ölen bazı
sultanların defnedileceği İstanbul’a getirilinceye kadar mumyalandığı –tahnit
edildiği- iyi bilinmektedir. Dahası tarihsel kayıt olarak değil fakat söylenti
olarak Fatih’in mezarına mumyalanmış olarak konduğu öne sürülmektedir. Benzer
biçimde, tarihsel kayıtlara değil fakat tanıklıklara dayanarak Mevlana’nın
bedeninin mumyalanmış olabileceğini belirtilmiştir.”
(http://www.celikkol.org/timurungizlilahdi.htm)
Gûr-ı
Emîr’in bahçesinde bulunan para dibeği; Rivayet o ki, Timur sefere çıkarken
askerlerine bu dibeğe bozuk para attırıyormuş. Savaş dönüşü her asker buradan
bir bozuk parayı almakta imiş. Neticede kalan bozuk paralar şehit sayısını
gösterir imiş.
1930’lu
yıllarda bir Rus araştırma ekibi Emîr Timur’un mezarı açarlar. Rivayete göre bu
bir felâket habercisidir! Nitekim Emîr Timur’un naaşı Rusya’ya götürüldükten
kısa bir süre sonra II. Dünya Savaşı başlar ve Alman orduları Rusya içlerine
kadar girer. Bu arada Özbeklerin, uğursuzluk ve felâket sözlerini hatırlayan
Ruslar naaşı bir süre sonra yerine geri getirirler.
Uluğ Bey Rasathanesi: Gûr-ı Emîr’i ziyaret ettikten
sonraki durağımız Uluğ Bey Rasathanesi oldu; rasathane, 1421 yılında Uluğ Bey tarafından yaptırılmış olan 3 katlı bir gözlem evidir. Burada yapılan gözlemler ile Uluğ Bey, ünlü “Zîc-i Uluğ
Bey” adlı eseri düzenlemiş ve bitirmiştir. “Zîc-i Kürkanı” veya “Zîc-i
Cedit Sultanı” adı verilen bu yıldız kataloğu eser, birkaç yüzyıl
doğuda ve batıda faydalanılacak bir eser olmuştur
“1449'da
Uluğ Bey'in öldürülmesinden hemen sonra dindar fanatikler bu rasathaneyi
yıktırtmışlardır. Bu rasathanenin bulunduğu tepe mevki unutulmuş ve tepeye
"40 Kızlar" adı verilen bir adak türbesi yaptırılmıştır.
1575'de
Sultan III. Murat döneminde 1577 yılında Tophane sırtlarında bilim adamı Takiyüddin’in
idaresi altında kurulan gözlemevi Uluğ Bey Rasathanesi'ni örnek almaktaydı.
1688-1743 döneminde Mihraçe II.Jai Singh'in Delhi, Ujjain, Mathura, Varanası ve
Jaipur'da kurduğu "Jantar Mantar (Yantra Mantra)" adı verilen 5
rasathane de Uluğ Bey rasathanesini model olarak almıştır.
1908'de
bir Rus bilgini olan V. L. Vyatkın bu rasathanenin tam mevkini bildiren
kitabeyi bulmuş ve yapılan arkeolojik kazılar sonucu bu rasathanenin
kalınıtıları tekrar ortaya çıkartılmıştır.”
“Farsça dili
ile yazılmış olan eserin sonradan İslam dünyası bilim dili olan Arapça'ya,
çevrisi yapılmıştır. Bu eserin yazma kopyaları İstanbul'dan Avrupa ülkelerine
geçmiştir.
1643'de Oxford Üniversitesi astronomi profesörü
olan John Greaves bu eserin Farsça ve Arapça yazma kopyalarını kullanarak Latince'ye
çevirisini yapmıştır; ama bu çeviri yazma olarak kalmış ve
bastırılmamıştır.
1655'de Oxford Üniversitesi
Bodleian Kütüphanesi müdürü olan Thomas Hyde kütüphanede bulunan dört yazma
kopyadan bir İngilizce çeviri yapmış ve yayımlamıştır.[4] Avrupa
dillerinin birçoğuna da çevrilmiştir.
1839 yılında
cetvelleri Fransızca tercümeleriyle birlikte, asıl eser de 1846 yılında aynen
basılmıştır.”
Afrasiyab kalıntıları: Uluğ Bey Rasathanesi ve
Müzesini gördükten sonra Afrasiyab Kalıntılarını görmeye gidiyoruz.
Afrasiyab (Afrāsīāb), günümüz Özbekistan'da MÖ 500 ile MS 1220 yılları arasında
yerleşilmiş Semerkand'ın kuzeyinde eski bir yerleşim yeridir; M.Ö VII. ve M.S II. yüzyıllar arasında yerleşik bir alan
olduğu değerlendirilmektedir.
1220 yılında Cengiz ordularının
istilasına uğrayan şehir tahrip olmu ve bir daha toparlanamamıştır. Afrasiyab
kalıntıları 1923 yılından bu yana devlet koruması altında alınmış ve 1966
yılında da bu alan bir devlet arkeolojik korumaya alınmış saha ilan edilmiştir.
Uzun yıllardır toplanan kazıbilimsel araştırma buluntularını barındıran, bir
Afrasiyab Müzesi kurulmuştur.
Şah-ı Zinde türbeler silsilesini ziyaret: “676 yılında, Maveraünnehirde Müslümanlığın yayılmasına çalıştığı sırada
öldüğü rivayet edilen Hz. Muhammed’in yeğeni Kasım b. Abbas’ın mezarının
etrafında daha sonraki dönemlerde yapılan türbelerle oluşan bu yapılar
topluluğu, Kasım b. Abbas’ın şehit olmasına izafeten Bakara suresi’nin 154.
ayetinden hareketle Şah-ı Zinde
(Yaşayan Şah) olarak isimlendirilmiştir. Kasım b. Abbas’ın mezarının üzerine
11. yüzyılda ilk türbe ve hemen yanına küçük bir mescid’in yapılmasının
ardından 14. yüzyıldan sonra yoğun fakat seçkinci bir anlayış ve üslupla yeni
türbeler ve bazı müştemilatları inşa edilmiştir.” (Ayrıntılı
tarih ve mimarî bilgi için bakınız: Seyfi Başkan, SEMERKAND ŞAH-I ZİNDE
YAPILARI, Vakıflar Dergisi, Haziran 2012, Sayı:37, s:131-166)
İmam-ı Maturidî Türbesi'ni ziyaret: Mâtürîd (Mâtürît) denilen yerde
doğduğu için bu adla anılmıştır; “Mâtürîd”, Semerkant’ın dış mahallelerinden biridir. Abbasilerin son
döneminde, merkezî otoritelerinin oldukça zayıfladığı bir dönemde hilâfete
bağlı fakat bağımsız beyliklerden olan Sâmânoğulları’nın Mâverâünnehir’e hâkim
oldukları devirde yaşamıştır. Doğum tarihi bilinmemekle beraber IX. yüzyılın
ilk yarısının ortalarında dünyaya geldiği ve ömrünün yüz yıla yakın olduğu
tahmin edilmektedir.
Bazı eserlerde soyunun Ebû Eyyûb
el-Ensârî’ye uzandığı yolunda iddialar ileri sürülmüşse de ihtiyatla
karşılanmıştır. Mâtürîdî’nin Arap olduğu da ileri sürülmüşse de bu iddianın da
doğru olmadığı belirtilmiştir. Mâtürîdî’nin eserlerindeki dil ve üslûbun, bu
eserlerin ana dili Arapça olmayan bir müellifin kaleminden çıktığını kanıtlar
nitelikte olduğu belirtilmiştir. Mâtürîdî ailesinin fertleri hakkında babası ve
dedesinin adından başka bir şey de bilinmemektedir.
Mâtürîdî, ölümünden sonra
Semerkant’ın ünlü “Çâkerdîze Mezarlığı”na
defnedilmiş ve mezar taşına şu ibare yazılmıştır: “Burası bütün hayatını ilme adayan, gücünü ilmin yaygınlaşması ve
öğretilmesi yolunda tüketen, din yolundaki eserleri övgüyle anılan ve ömrünün
meyvelerini devşiren kişinin mezarıdır.” Mâtürîdî kelâm, tefsir, fıkıh ve
mezhepler tarihi alanlarındaki çalışmalarıyla tanınmaktadır.
Barthold, 1920’de Semerkant’a
yaptığı seyahatte Çâkerdîze Mezarlığı’nda Mâtürîdî’nin türbesini gördüğünü
kaydeder. Ancak bu mezarlık Sovyetler Birliği döneminde iskâna açılmış ve
türbenin bulunduğu yer bir evin bahçesinde kalmıştır. 1991 yılında Semerkant’ı
ziyaret eden bir grup Türk ilim adamı sözü edilen yerde türbe bulunmadığını,
kabrinin üzerine beton atılıp avlu olarak kullanıldığını ifade etmiştir.
Mâtürîdî’nin şimdi mezarının bulunduğu alana 2000 yılında tamamlanan yeni bir
türbe ve etrafına da bir külliye inşa edilmiştir.(https://islamansiklopedisi.org.tr/maturidi)
İmam Buharî’nin türbesinde (21 Temmuz 810, Buhara-
31 Ağustos 869 Hartenk/Semerkand);
Genç yaşta Arapçayı ve Kur'an'ı
öğrenen Buharî, hac amacıyla 16 yaşında annesi ve kardeşi ile birlikte Mekke’ye
gitmiş, annesi ve kardeşi Buhara'ya dönerken kendisi ilim öğrenme isteğiyle
Mekke'de kalmıştır (M.825).
Babasından kalan servet, onun hiç kimseye muhtaç kalmadan ilim öğrenmesine
vesile olmuştur. “İmam” olarak anılan Buhârî, İslâm dininin
en büyük muhaddisi sayılır. Buhârî, hadisleri halk içinden duyduğu ve kendi
araştırmaları ile kaydetmiştir. Arapça yazdığı ve “Sahih-i Buhârî” diye bilinen
sonradan “Ehl-i Sünnet” için
güvenilir hadis kaynaklarını teşkil eden ve “Kütüb-i Sitte” diye anılan serinin ilk
kitabıdır.
Bu ziyaretten sonra Taşkent’e
doğru yola devam ediyoruz. Ana yola çıkıncaya kadar biraz bozuk yllarda güç bir
seyahat oldu.. Ama etrafı seyrederek gitmek, artık yaygın olarak kullanıldığı üzere
ata yurdunu seyretmek başka bir duygu.
Ana yol daha rahat ve bölünmüş
yol. Yolun iki yanında elme bahçeleri görülüyor. Yol kenarlarında elma
satıcılarını görüyoruz. Daha sonra Taşkent yoluna çıkarak Kara Derya vadisi
boyunca yol almaya başladık.
10 Eylül; Taşkent’teyiz; Orta Asya'nın
nüfus bakımından en büyük kenti olan Taşkent, Sovyet döneminde de Moskova, Sankt-Peterburg ve Kiev'den sonra dördüncü
büyük kent imiş; 1966 yılında
yaşanan yıkıcı depremin ardından büyük ölçüde yeniden inşa edilmiş. 2006 yılı sayımlarına
göre şehrin nüfusu 2 milyon 700 bin’dir.
Geniş yolları, yeşil
alanları, park-bahçeleri, düzenli yerleşimi, düzenli ve sağlam altyapısı ile
kent, Sovyet şehir planlamacılığının en önemli örneklerinden biridir; Taşkent,
Sovyet döneminde Orta Asya’nın Paris’i diye anılmıştır.
751 yılında Araplar tarafından
ele geçirilen kent, İpek Yolu güzergahı üzerinde önemli bir
nokta olan Taşkent, 751 tarihinde Arapların eline geçmiş, ilk kez 11. yüzyıl
dolaylarındda Biruni ve Kaşgarlı Mahmud’un yazılı metinlerinde “Taşkent” adıyla anılmıştır.
9 ve 10.
yüzyıllarda Samanî
Devleti topraklarında yer alan Taşkent 10. yüzyıl sonlarından 13. yüzyıl başlarına
kadar Karahanlılar Devleti sınırları içinde
kalmıştır. Daha sonra bir süre Karahitaylar tarafından kontrol edilen
Taşkent 14. yüzyılda Timur tarafından ele
geçirilerek Timur İmparatorluğu'nun en önemli
merkezlerinden biri haline gelmiştir.
16. yüzyılın ikinci
yarısında Buhara Hanlığı tarafından ele geçirilen
şehir, 17-18. yüzyıllarda Kazak ve Kalmıklar'ın
denetime geçmiş, 1809 yılında Hokand Hanlığı topraklarına katılmıştır: Hokand
Hanlığı'nın zayıflaması ile şehir, 1865 yılında Rus İmparatorluğu tarafından ele
geçirilmiş ve Rusya'nın Türkistan Genel
Valiliği merkezi olmuştur.
1899 yılında hizmete alınan Taşkent-Orenburg demiryolu ile Orta Asya'nın en önemli
ticari geçiş noktası hâline gelen şehir, Kasım 1917'de Sovyet denetimine girmiş, 1918 yılında Türkistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin
başkenti olmuştur. 1924 yılında kurulan “Özbekistan Sovyet Sosyalist
Cumhuriyeti” topraklarına dâhil olan Taşkent, 1930 yılında bu cumhuriyetin
başkenti olmuştur.
1983 yılı eylül ayında UNESCO kararıyla Taşkent’in 2000.
kuruluş yıldönümü kutlanmış ve Barış yılı etkinliklerine aktif biçimde
katıldığı için 1989’da Birleşmiş Milletler kararıyla şehre barış elçisi fahrî
unvanı verilmiştir.
1 Eylül 1991 tarihinden bu
yana bağımsız Özbekistan'ın başkenti olan Taşkent, cumhurbaşkanı tarafından atanan ve şehir
meclisi tarafından ataması onaylanan vali-belediye başkanı (Özbekçe:
Şehir Hakimi) tarafından yönetilir. Ana yönetim birimi "Taşkent Şehir
Hakimiyeti" olarak adlandırılır.
Taşkent, Özbekçe "Tümen" olarak
adlandırılan 11 idari bölgeye (ilçe) ayrılmıştır. Bu idari bölgeler; Bektemir,
Mirza Uluğbey, Mirabad, Sergeli, Sabir Rahimov, Üçtepe, Çilanzar, Hamza,
Şeyhantaur, Yunusabad ve Yakasaray'dır. Bu idari alt bölümler "tümen
hakimiyetleri" olarak adlandırılırlar ve "tümen hakimleri"
tarafından yönetilirler. Taşkent şehrinde 474 mahalle (Özbekçe:
Mahalla) mevcuttur. Mahalleler "reyon"
denilen küçük bölgelere ayrılmıştır.
Barak Han Medresesi: 16-17.
yüzyıl mimarisi tarzında yapılmış olan medrese çeşitli dönemlerde inşa edilmiş
olan yapılardan oluşmaktadır.
Barak Han, Şeybaniler zamanında
Taşkent’i yönetmiş. Bu dönemde Barak Han babası için 1550’de mezarın üzerine
kervansarayı da bulunan kubbeli bir türbe yaptırıyor. Kubbe mavi sırla
döşenmiş. Mavi kubbe (Kuk Gumbaz/ Gök kubbe) deniyor.
1955-1963 yılları arasında
restore edilmiş olan medresede, bugün turistik eşya dükkânları olarak bulunuyor.
Muyi Mübarek Cami: Vaktiyle Muyi Mübarek Medresesi’nin avlusu içinde, 30 bin original eser
olduğu ifade edilen çok güzel eski bir kütüphane olduğu, bu eserlerin en
önemlisinin Hz. Osman’a nisbet edilen Kur’ân olduğu belirtimektedir; bu Kur’an’nın, Hz.
Osman bir suikast sonucu şehit edildiği sırada okumakta olduğu düşünülen Kur’an
olduğu belirtilmektedir.
Müstakillik (Bağımsızlık) Parkı’nı ziyaret: Eskiden burada Ortodoks Kilisesi ve Çan Kulesi
varmış. l930’un başlarında yıkılmış ve Kızıl meydana dönüşmüş. l974’de
buraya 30 metre yüksekliği ile en büyük Lenin heykeli dikilmiş. Heykel l992’de
kaldırılmıştır ve meydan Müstakillik Meydanı adını almış. Müstakillik
Meydanı’nın girişinde; beyaz sütunlar üstünde yükselen bir zafer takında Özbek
Halkı için refah ve mutluluğu simgeleyen hüma kuşu figürleri yer alıyor.
“Mutlu Anne” anıtı kırmızı renkli bloklardan oluşan bir
kaidenin üstünde Özbekistan haritasının yer aldığı dünyayı simgeleyen bir küre ve onun hemen önünde yer alan,
kucağında bebeğiyle birlikte tasvir
edilmiş mutlu anne heykelinden oluşuyor. Bu anıtta annenin geçmiş tarihi ve
tecrübeyi, çocuğun yeni doğmuş ülkeyi, harita da dünya üzerinde Özbekistan’ı
temsil ettiği ifade ediliyor; yeni devlet ana kucağında büyüyecek.
"Ağlayan Anne"
heykeli de Bağımsızlık Parkı’nın başka bir köşesinde; bu heykel II. Dünya
Savaşı’nda ölen Özbek askerlerin anısına dikilmiş. Ateş te onların anısına hiç
sönmeden yanıyor. Sekiz köşeli yıldızın içindeki ateşe hüzünlü bir şekilde
bakan anne… Kaidenin yan tarafında “ Sen
doim qalbimizdasan jigarım/ SEN DAİMA KALBİMİZDESİN CİERİM” yazıyor.
Şehitler Hatırası Kompleksi’ni ziyaret: Sovyetler Birliği döneminde,
2.Dünya Savaşı’ndaki çarpışmalarda, Ruslar ve Ukraynalılardan sonra en çok
kayıp veren Özbek Halkı, şehitlerini unutmamış. Onları bu meydanda yer
alan Şehitler Hatırası Kompleksi ile
anıyor. Özbek camilerinin revaklı avlularını andıran ahşap malzemeden yapılmış
gölgelik alanlarda bu çarpışmalarda hayatını kaybeden Özbek askerlerinin
isimleri tek tek memleketlerine göre metal yapraklar üzerine kazınmış. Bu
alanın hemen yanında bu konuyla ilgili bir de müze var.
Akşam güzel bir yemek ve seramoni gerçekleştirildi; katıldığımız turun Özbekistan ayağı herbirimiz için işlemeli, çok emek verildiği besbelli olan lâcivert kaftanlar hazırlamışlar. Memnuniyetle kabul ettik ve hemen de giyindik.. Lokantada güzel bir yemekten ve rehberlerimiz Melek Hanım'a ve Cesurbey'e çok teşekkürler ederek dönüş yoluna girdik.
|
No comments:
Post a Comment