Monday, June 30, 2014

STRATEJİLER

Stratejik politikalar, stratejik adımlar, stratejik görüş, stratejik derinlik v.s, gibi kavramlar vazgeçilmeyen ana hedefleri tanımlar. Bu hedefler veya politikalar doğrultusunda taktik adımlar atılabilir; zaman zaman geri adım atılmış olmasıstratejik hedeften vazgeçildiği anlamına gelmez.


Uluslararasıpolitikalarda da stratejik hedefler vardır; sözgelişi, Batı’lı güçlerin Osmanlı-Türk devletine yönelttikleri “Hasta Adam” politikası gibi.. Bu politika doğrultusunda zaman zaman Osmanlı ile ittifaklar yapılmış, toprak bütünlüğü için teminatlar verilmiştir. Bu tutumlar gerçeği yansıtmaz.. Zamanı geldiğinde stratejik politika doğrultusunda hamle yapılacaktır. Nitekim, 19. Yüzyıldan itibaren Batı’nın stratejik hedefi olan Türkleri Balkanlar’dan atmak politikası Balkanlıhalkların eliyle icra edilmiştir. Bir taraftan milliyetçilik politikalarıyla Balkan halkları desteklenmiş desteklenmiş, diğer taraftan Osmanlı bir çağdaşlaşma ve borçlandırma politikalarıyla baskı altına alınmış, askerî bakımdan yalnızlaştırılmış ve bu politika gerçekleştirilmiştir. I. Dünya Savaşı’yla da stratejik hedefe ulaşıldığı düşünülmüştür; stratejik hedef Türklerin Anadolu’dan sürülmesi ve Sevr görüşmelerinde dile getirildiği üzere “sonsuza kadar Avrupa’dan kovulması”şeklinde telâffuz edilmiştir.


Türkiye’nin, Cumhuriyet’ten bu yana stratejik hedefi Bat medeniyetiyle bütünleşmek olmuştur; barış içinde kalkınmak, müreffeh olmak için Türkiye’nin siyasal hedefi AB’ye girmek olmuştur. AB’nin stratejik hedefi de, Türkiye’yi içine alacaksa, Lozan’da yarım kalan ve Lozan’dan bu yana olan sorunları (Kıbrıs, göç eden azınlıklarla ilgili sorunlar) çözmek olmuştur.


Şimdi, Lozan’da tartışılıp da Müttefikler’in (İngiltere, Fransa, İtalya ve gözlemci olarak ABD) istediği gibi çözülemeyen sorunların gündeme geldiğini görüyoruz; azınlık tanımı, azınlıkların hakları ve bu hakların güvence altına alınmasımeselesi, Kürtler’e ve Ermeniler’e “Ulusal Yurt” temini, bu yurdun nerede olacağı, yerel yetkilerin ne olacağı, yerel yetkilerin ne olacağıve yeni Türkiye devleti’nin (Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin) bu alanlardaki hâkimiyet haklarının nasıl düzenleneceği gibi. Bu hususlarda, Lozan zabıtlarını okumak yeterlidir; o zaman bugünkü olayların hiç sürpriz yanının olmadığı anlaşılacaktır. İşi bu olan siyasîlerin niye konuyu kökten tartışmadıkları veya bu politikaları niye teşhir etmedikleri anlaşılamamaktadır.


Görülen o ki, siyasîler “yumurtayı çatlatma”stratejisi izlemektedirler:Batı’nın stratejil hedefleri doğrultusunda ve fakat Türkiye’nin varlığıyla çatışan konularda ortaya bir politik söylem atılıyor. Bakalım ne diyecekler? Bakalım tepki ne olacak? Yani, “yumurtanın kabuğu çatladıktan sonra kırılma süresine kadar kenardan izlemek..”. Demiyorlar mı ki, 3-5 yıl öncesine kadar telâffuz edemediğimiz kelimeleri, tartışamadığımız siyasî talepleri şimdi her gün herkes her ortamda söylüyor..


Küreselleşme ve çağdaşlaşma adına yürütülen sosyal mozaik politikaları yumurtanın kabuğunu çatlatma stratejisinin sonuçlarıdır; Artık etnik veya dinsel / mezhebî kimliğe verilen önem, ortak kimliğe ve ortak değerlere verilen önemi geçmiştir. Bundan sonrası artık bölgeye, aşirete, dine, mezhebe, ırka göre bir kimlik kazanmaya gelmiştir!


Cumhuriyet’le beraber ortaya konan millî toplum / tek millet / tek kader projesine karşı, adeta Osmanlı’nın dağılmasıyla ortaya çıkan çok parçalı toplum yapısına “etnik hüviyet kazandırma” stratejisi uygulanmaktadır. Ama ne olursa olsun, bu tartışmalar toplumu yaralamıştır, yabancılaşmayı tahrik etmiştir; işte bu, yumurtanın kabuğunu çatlatma stratejisidir.


Mâlum ifade ile,“taşlar yerinden oynamış” ve yumurtanın kabuğu çatlatılmıştır. Artık ülkenin ve toplumun enerjisi boşaltılmakta, âdeta tâkatının kesilmesi, dayanma güçlerinin tükenmesi sürecine girilmiştir.

“ILIMLI İSLÂM” PROJESİ ve “PARALEL DEVLET” İDDİALARI

17 Aralık 2013’de, savcının, İstanbul’da bazı işadamları ve siyasilerin oğulları hakkında arama ve tutuklama isteğiyle başlattığı operasyon yeni bir süreç başlattı. Bu süreçte, gözaltına alınan bazı işadamları ve iki Bakan’ın oğulları hakkında soruşturmalar sürerken, bir taraftan da, bu Bakan’lar ve diğer bir Bakan için hazırlanan soruşturma dosyalarının Adalet Bakanlığı’na gönderilip gönderilmediği, TBMM’ye bu fezlekelerin gelip gelmediği, Adalet Bakanı’nın, bu fezlekeler geldiyse niçin beklettiği tartışmaları başladı; bir süre sonra, bir ûsul sorunu ileri sürülerek dosyalar iade edildi.Hükumet ise, bu olay karşısında bambaşka bir politik davranış göstererek “Paralel bir devlet yapılanması” ile karşı karşıya olduğunu açıkladı ve devletin yargı, emniyet, ekonomi hatta askerî  açıdan paralel bir yapı ile karşı karşıya olduğunu açıkladı. Bunun üzerine Hükûmetin en üst ve en yetkili ağızlarından, bir darbe girişimiyle karşı karşıya kalındığı, devletin bütünlüğünün ve devlet otoritesinin hiyerarşik yapısının tehdit altında olduğu açıklandı..

Bir taraftan ülkenin çeşitli vilâyetlerinde yolsuzluk iddialarıyla operasyonlar yapılırken, yükünün devlet sırrı olduğu söylenen ve MİT’e ait olduğu açıklanan  otobüs ve kamyonlara engellemelere rağmen savcı el koymaya çalışırken, hükümet tarafından bu operasyonları yapan savcılar, tutuklama kararı veren hakimler anında görevden alınarak yerlerine yenileri atandılar. Bu çerçevede binlerce emniyet görevlisi görevden alınırken veya görev yerleri değiştirilirken hükümetin bu mücadeleyi yeni bir “İstiklâl Savaşı” olarak tanımladığı, operasyonları da “vatana ihanet” olarak tanımladığı görüldü. Bu kavga medyada da kendini gösterdi ve kimi gazeteler el değiştirirken, kimi yazarların da çalıştıkları gazetelerde işlerine son verildi.

Hükümetin, kamuoyunun dikkatini “milli varlık” ve “vatana ihanet” boyutunda suçlamalara yönlendirirken, yolsuzlukla suçlananların evlerinden çıkan büyük meblağlarda Türk lirası ve döviz cinsinden paralar ve rüşvet olarak verilen eşyalar, seyahatler ve hediyelerin  üzerine gitmeyişi toplumsal bir öfkeye de yol açmıştır.

Hükümet açısından devlete ve hükümete karşı yürütülen bu elegeçirme ve paralel hiyerarşi/ otorite mücadelesini yürüten gücün merkezinin HSYK olduğu belirtilerek, bu kurulun yeniden düzenlenmesi yolunda girişimlerde bulunulmuştur. Fakat bu girişimler yargının bağımsızlığı ilkesine ve özgürlük anlayışına aykırı görülerek muhalefet  ve diğer STK’lar tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Bu arada, adları şimdiye kadar hiç duyulmamış, ne zaman kurulduğu ve nasıl finanse edildiği meçhul olduğu iddia edilen sivil toplum kuruluşları tarafından hükumeti destekleyen tam sayfa gazete ilânları da görülmüştür.

HSYK’nın yeniden düzenlenmesi tekliflerine ve bu hususta hükumetin ortaya attığı görüşler AB çevrelerinde de tepkilere neden olmuş ve bu tür bir uygulamanın Türkiye’nin AB yolunda ilerlemesinin önünü tıkayacağı, AB yetkililerince dile getirilmiştir.

Hükümet ile kendisine “Hizmet Hareketi” diyen ve  politik mi, dinsel mi, eğitimsel mi, ekonomik mi olduğu pek bilinemeyen, politik hedefinin de ne olduğu veya kimin adına olduğu pek anlaşılamayan (veya dile getirilemeyen), “ne olduğu bilinemeyen, fakat yaptıklarından belli”olan bu hareket arasındaki mücadele çok sert bir safhaya girmiştir; genel olarak “Fethullahçılar” veya “Fethullah Gülen Cemaatı” diye bilinen bu güçle hükümet arasındaki bu kavgada dinsel argümanlar da bolca kullanılmış, âyetlerden ve hadislerden yola çıkarak yapılan karşılıklı suçlayıcı konuşmalar, televizyon kanallarında yapılan dualar ve beddualarla toplumda ciddî bir tedirginliğe sebep olunmuş ve devletin kurumlarına karşı olan güven olumsuz etkilenmiştir.

Aslında, gelinen bu noktada, siyasal tarihimizde dinsel politika yapmanın bir geleneği olduğunu da unutmamak gerekir. Osmanlı son dönemlerinde ortaya çıkan İslâmcılık/ Ümmetçilik diye adlandırılan bu siyaset geleneği, Cumhuriyet döneminde de içten içe devam etmiş ve  lâiklik ilkesine karşıtlığı, hilâfetin kaldırılması meselesini ve dinin yok edildiği iddialarını işlemiştir. Netice itibarla, “din ve inançlar” toplumumuzu yönlendiren, küresel güçlerin Türkiye siyasetine müdahale imkânı veren ana motiflerden biri olmuştur.[1]

İktidar partisinden ve Başbakan’ın çok yakınında bulunan bir milletvekilinin, sözü edilen bu gücü, “milli orduya kumpas kurmak”la suçlaması son 4-5 yıla damgasını vuran, “askeri vesayet son vermek” ve Ergenekon, Balyoz, Şike vb. gibi darbe iddiaları ve yolsuzluk iddialarıyla yapılan yargılamalara şüphe düşürmüştür. Hatta bu şüpheler hükümetin en yetkili ağızlarınca dile getirilmiş ve yeniden yargılama yollarının açılması yolunda hukuksal arayışlara girilmiştir.

Bu hususlarda bir kitabı yayımlandığında, bu yapılanmaya yer veren bir emniyet mensubu, artık şüphe götürür iddialarla yargılanmış ve hüküm giymiştir; bu olaylardan sonra onunla röportaj yapan basın mensupları, kendisine haklılığını teslim etmişlerdir. Bu yapılanma hakkında ilk teşhis ve tespitlerde bulunun diğer bir emniyet mensubu, eski Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral ise, 1999’da hazırladığı resmi raporla cemaatın yapısını ilk kez kayıtlara geçirdiğini belirtmiştir.[2] Bundan sonra görevinden alınan ve tüm ekibi tasfiye edilen Cevdet Saral, devletin içine sinsice sızan bu yapı hakkında, “Aslında Cemaat’in bütün faaliyetleri ortadaydı. Ancak bu faaliyetlerin arka plânında ne var? Biz raporumuzda işte bunları ele aldık. İncelediğimiz zaman kendilerinin kitapları var aslında oralarda niyetlerini ele veriyorlardı. O kitaplarda, kelimelerin arasına sıkıştırılmış devletin içine nasıl sızıp ele geçirileceği sorusunun cevabı vardı. Ayrıca 1999 yılında yayınlanan kasetler var; orada da devletin nasıl ele geçirilmek istendiği açıkça konuşuluyordu.” demiştir. Saral sözlerine şöyle devam etmiştir: "1980'den itibaren polis akademileri Cemaat’in kontrolüne girmeye başladı. Şimdi ise oralardaki varlıkları daha da yoğun. Şuan ki mahiyetini tam olarak tarif bile edemem. O dönem hazırladığımız raporu siyasi mekanizmada sonuca kavuşturamadık. Gerekli algıyı oluşturamadık. Biz o dönemde devleti ele geçirme konusuna dikkat çektik. Raporumuzda da belirttik. Bir cemaat önderinin sözleri açıkça paralel yapıya işaret ediyordu. Biz o dönem isim olarak paralel yapı demedik ama oluşan tehlikeyi gördük ve raporumuzda açıkça ortaya koyduk. Eğer bizim raporumuz dikkate alınsaydı olaylar kesinlikle bu noktaya gelmezdi.” demektedir.


“Gülen Cemaati”nin organizasyon şemasını 'NEW Age Modeli' olarak tanımlayan Saral: Dünya “yeni dünya düzeni' altında yeni bir yapılanmaya doğru gidiyor. Projesinin hedefi milli kimlikli devletleri tasfiye ederek yerine yeni modele uygun devlet modelleri oluşturmak. Bu algı Amerika’nın yürüttüğü bir projedir.Amaç bu projeye ters düşmeyecek,düşünce üretmekten uzak gelecekte oluşturulacak küresel düzenin ahengini bozmayacak insan tipi yetiştirmektir. Yeni dünya düzeninin en temel sacayağı okul, öğretmen ve öğrencidir. Bu yapı bu insan tipini yetiştirmek ve hazırlanmak üzere kurgulanmış bir yapıdır. Bu model toplumu geleneksel din anlayışının başkalaştırılıp onun yerine yeni dünya düzeninin din anlayışına uygun bir din hedeflenmektedir. Buna batıda yaygın olan New age türü mistik bir din anlayışıdır. Bunun siyasal ve yönetimsel çok sakıncaları olacaktır. İşte bu tehlikenin altını ben kitabımda da çizdim. İşte devlet içindeki katı kadrolaşmaya sebebiyet verecek bir anlayışın ürünü işte buralardan tezahürü edip devlet kadrolarına giriyor. Kendinden olmayanlar hayat hakkı tanımayan bu yapı bugünkü paralel yapı olarak adlandırılan durumdur. Bu çok tehlikeli bir yapıdır. Devlet kadrolarına giren ve bugün adına paralel devlet denen katı bir yapılaşmadır. Başkalarına da hayat hakkı tanımayan bir oluşumdur. Belki de bu yapı böyle devam eder ve ciddi manada mücadele edilmez ise ilerleyen süreçte, paralel olmakla kalmayıp devletin bütününü ele geçirir. İşte devlet ciddi bir reaksiyonla şu anda karşı karşıya kaldı.” şeklinde açıklamalarda bulunmuştur.

“Paralel yapı”nın geçmişinin oldukça gerilere götürülmesi, “uykudaki elemanlar” veya ajanlar şüphesini de doğurmuş ve bu hususta endişe beyan eden ifadeler de görülmüştür; “uykudaki elemanlar”, yıllarca sonra, vakti geldiğinde kendisinden istenen görevi yerine getirmek üzere beklemeye alınan mensubîndir; birer canlı bomba gibi, o kritik anı beklerler. Bu hususta, 1977’lerde çevrilen bir filmi seyretmenizi ısrarla öneririm; “Telefon” adlı bu filmde, “Soğuk Savaş” yıllarında Sovyetler Birliği tarafından ABD’ye yerleştirilen “uyuyan ajanlar” vardır. Bu ajanlar, ilginçtir, ki ajan olduklarını dahi bilmemektedirler; anne olmuştur, çiftçidir, tıp doktorudur, meslek sahibi sıradan Amerikalı’dırlar. Ancak, onlar, bir kriz anında bir kod cümle ile harekete geçirilebilmektedirler ve görevleri ABD’deki askerî ve sivil alt yapıyı suikastlarla ve sabotajlarla çökertmektir. Görevden sonra ise, intihar etmektedirler. Filmin başrolleriniCharles Bronson ve Lee Remick oynamakta..

Türkiye’ye gelince, iddia edildiği gibi bürokrasiye, yargıya, askerî kadrolara böyle bir sızma olmuşsa nasıl gerçekleştirilmiştir, kimin veya neyin, nerenin hesabınadır ve siyasal sorumluları kimlerdir? (Ve tabiî bu durum, sadece yöneticilerin derdi değil, bir teneke yağ, bir torba bulgur, veya kömür alan vatandaşın da derdi olmalıdır.)



[1]“ Ilımlı İslâm” ve arkasından gelen “dinler arası diyalog” politikaları, küresel güçlerin Orta Doğu siyasetine ve Türkiye siyasetine bir müdahale argümanı olmaktadır;“..bu tür faaliyetlerin ilk başarılı örneği Moon tarikatıdır. 1951'de Kore'yi işgal eden ABD, Güney Kore'yi sömürgeleştirirken, sömürgeleştirmenin aracı olarak bir de Hıristiyan tarikatı kurdu. CIA'nın misyonerleri, bu tarikatı kullanarak Güney Kore nüfusunun yüzde 40'ını, Budistlikten vazgeçirip Hıristiyan yaptılar. Moon, işte bu tarikatın adıdır. Resmi adıyla söylersek; Birleştirme Kilisesi. CIA, Moon tarikatını kullanarak Dünya Anti Komünist Lig'ini örgütledi. Türkiye'de Komünizmle Mücadele Dernekleri, Dünya Anti Komünist Lig'inin uzantıları olarak kuruldu.”(https://www.facebook.com/notes/tayyipi-s%C4%B1rt%C4%B1ndan-atan-%C5%9Ferefli-at-cihan%C4%B1-sevenler/fethullah-g%C3%BClen-ger%C3%A7e%C4%9Fidinler-arasi-diyalog/213401858411)