Küreselleşme tartışmaları içinde yer alan bir konu da
ekonomik bakımdan yeniden yapılanma iddialarıdır; daha evvelki dönemlerde de
sık sık gündeme geldiği gibi serbest
ekonomi ve özelleştirme ilkeleri
çerçevesinde politikaların icra edildiği görülmektedir. Fakat bu uygulamaların
uluslararası sermayeye yaradığı, Türk halkına refah olarak yansımadığı da
gözlemlere dayanmaktadır.
Paris Üniversitesi öğretim üyelerinden Gerard Dumenil, uluslararası
sermayeye açılan özelleştirmelerin sermayeye mi, yoksa o ülke halkının refahına
mı katkıda bulunduğu meselesini, Meksika ile ABD arasındaki bu tür bir
ilişkiden hangi ülkenin daha kârlı çıkacağını sorarak irdeliyor.[1]
Massachusetts Üniversitesi öğretim üyelerinden Arthur Mc Ewan da bu politikaları yeni bir sömürgecilik
olarak tanımlamaktadır; bu yeni sömürgeciliğin daha acımasız olduğunu söyleyen
Arthur Mc Ewan’a göre gelişmiş ülkelerin borç alan ülkeler üzerinde uyguladığı
baskının sonucunda özelleştirme yaptırılarak kendi firmalarına yatırım
imkânları sunulduğunu, ticaretin serbestleştirilmesiyle yeni pazarlar, sıkı
para ve maliye politikalarıyla da yine kendi firmalarına güvenli bir zemin
yaratıldığını belirtmektedir.[2]
Öte yandan uluslararası şirketler ve sermaye çevreleri bakımından Türkiye
ekonomisi hâlâ çok kârlı, çok cazip bir ülke konumunda olduğu ileri
sürülmektedir; Osmanlı döneminden devreden ağır bir borç yükü ve çağdaş
ihtiyaçların temini gibi sermaye ihtiyacı baskısı altında olan ilk dönemlerde
devletçilik politikası uygulanmış ve hemen hemen her alanda ekonomiyi ve
yatırımları devlet gerçekleştirmiştir. Bu şartlarda bir sermaye birikimi
yaratılamadığından, izlenen özelleştirme politikaları ve yabancı sermayeye
duyulan ihtiyaç sebebiyle ülkenin petrol, çelik endüstrisi, bankacılık,
telekomünikasyon ağı üzerinde ciddî bir yabancı sermaye baskısı görülmektedir. Özelleştirme ve sermayenin serbestliği, ekonomik
anlamda yabancı sermayeye açılım o derece küreselleşmenin gereği görülmektedir,
ki bu gelişmelere ciddî bir eleştiri bile yöneltilememektedir.
Kendisinin bir “Ekonomik
Tetikçi” (ET) olduğunu itiraf
eden John Perkins, kendisini bir ekonomik tetikçi
olarak yetiştiren hocası Claudine’in, işini
kendisine şöyle tarif ettiğini yazıyor: “İşin,
dünya liderlerini, ABD’nin ticarî çıkarlarını gözeten büyük bir ağın parçası
olmaya teşvik etmek. Sonunda bu liderler, sadakatlerini garanti edecek şekilde
bir borç batağına saplanır. Sonra da onları politik, ekonomik ya da askerî
ihtiyaçlarımız için ne zaman istersek kullanabiliriz. Karşılığında halklarına
sanayi siteleri, elektrik santralleri ve havaalanları sağlayarak politik
durumlarını güçlendirirler. Bu arada Amerikan mühendislik ve inşaat firmaları
da inanılmaz derecede zenginleşir.”[3] Ekonomik tetikçilik mesleğinin
imparatorluklar kadar eski olduğunu belirten John Perkins, küreselleşme sürecinde bu mesleğin
korkutucu boyutlara ulaştığını, kullandıkları araçlar arasında “sahte finansal raporlar,
hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, seks ve cinayet”in olduğunu belirtmektedir.
Ekonomik tetikçilik mesleğinin icrasında uluslararası finans kurumlarını
kullandıklarını belirten John Perkins, borçlandırılacak ülkelere “elektrik
santralleri, otoyollar, limanlar, havaalanları, sanayi siteleri” gibi altyapı
“iyilikleri” yaptıklarını, bir
ekonomik tetikçinin başarısının da bu yatırımları, borçlu ülkeye en yüksek maliyetle kabul
ettirebilmesindedir diyor: “Eğer bir ET
gerçekten başarılıysa, verilen paranın miktarı o kadar yüksek olur ki borçlu
ülke birkaç sene sonra ödemelerini yapamaz hale gelir. İşte o zaman da biz,
(tıpkı mafya gibi) diyetimizi isteriz. Bu da genellikle şunlardan bir veya birkaçını
içerir: Birleşmiş Milletler’de alınacak bir kararda ülkenin vereceği oyun
kontrolü, topraklarında askerî üsler kurulması, petrol ya da Panama Kanalı gibi
değerli kaynaklara erişim. Bu arada borç yükümlülüğü tabii ki devam etmektedir
ve küresel imparatorluğumuza bir ülke daha eklenmiştir.”[4] Kariyerinde “Barış Gönüllüsü” olarak
Ekvador’da çalışmak ve Ulusal Güvenlik
Ajansı (NSA) ile irtibatlı
olmak ta bulunan John Hopkins’in bir ekonomik tetikçinin nasıl çalıştığı
hakkındaki itirafları da tanıdık gelmektedir: “Biz ET’ler cin gibiyizdir; tarihten ders alırız. Kılıç taşımaz, bizi
diğerlerinden ayıran zırh veya giysiler giymeyiz. Ekvador, Nijerya ve Endonezya gibi ülkelerde
yerli bir okul öğretmeni ya da dükkân sahibi gibi giyinir, Washington ve
Paris’te bir hükümet bürokratı veya bankacı gibi görünürüz. Alçak gönüllü,
saygılı ve normal davranırız. Proje mahallerini ziyaret eder, yoksul köyleri
dolaşırız. Fedakârlık taslar, yaptığımız harika hayırseverlik işlerinden yerel
gazetelere söz ederiz. Hükümet komisyonlarının konferans masalarını, hesap
çizelgelerimiz ve finansal tahminlerimiz ile donatıp, Harvard İşletme Okulu’nda
makro-ekonominin mucizeleri hakkında ders veririz. Hep kayıt altında ve
ortadayızdır. Daha doğrusu, kendimizi öyle gösterir ve öyle kabul görürüz.
Sistem öyle çalışır. Gerekirse yasa dışı yollara da başvururuz; çünkü sistemin
kendisi hile ve kandırma üzerine kurulmuştur ve sadece tanım olarak yasaldır.
Ancak eğer başarılı olamazsak, devreye biz ET’lerin çakallar
olarak nitelendirdiği ve soylarını doğrudan o eski
imparatorluklara dayandıran, çok daha sinsi bir tür girer. Çakallar her zaman
oradadır; gölgede beklerler. Ortaya çıktıkları zamansa, devlet başkanları ya
devrilir ya da ölümcül kazalarda yaşamını yitirir. Ve eğer şanssızlık sonucu çakallar da başarısız olurlarsa
o zaman (Afganistan ve Irak’ta
olduğu gibi) eski usuller ortaya çıkar. Çakalların başarısız olduğu yerlerde,
genç Amerikalılar öldürmeye ve ölmeye gönderilir.”[5] Bir ekonomik
tetikçi olarak gittiği Ekvador, Nijerya, Endonezya (Cava), Kuveyt, Panama, Suudi
Arabistan, İran, Kolombiya gibi ülkelerdeki faaliyetlerini anlatan John
Perkins, yukarıdaki alıntılardan da
anlaşılacağı gibi bu ülkeleri yüklü miktarda borç altına sokacak projelere ve
bu projeleri ödeme potansiyelleri olduğuna ikna etmek görevinde bulunmuştur;
hatta ikna ettiği ve görevini başardığı da anlaşılmaktadır. Bu hususta Ekvador
tecrübesini ise şu sözlerle değerlendirmektedir: “1968’de oraya ilk gittiğim yıllardan bu yana, bu minik ülke,
şirketokrasinin tipik kurbanlarından biri haline gelmişti. Çağdaşlarımla ben ve
bizim modern kurumsal eşdeğerlerimiz, bu ülkeyi neredeyse iflasın eşiğine
getirmeyi başarmıştık. Ekvador’a, zengin ailelere, bu projeleri
gerçekleştirecek mühendislik ve inşaat firmalarımızı tutsunlar diye milyarlarca
dolarlık kredi verdik. Sonuçta, 30 yıl içerisinde, resmi yoksulluk oranı
%50’den %70’e, işsizlik ise %15’den %70’e fırladı. Kamu borcu da 240 milyon
dolardan 16 milyar dolara yükseldi ve millî kaynaklardan en yoksul vatandaşlara
ayrılan pay %20’den %6’ya geriledi. Ekvador bugün, millî bütçesinin neredeyse
yarısını -resmen yoksulluk sınırının altında olan milyonlarca vatandaşına
yardım etmek için kullanmak yerine sadece borçlarını ödemeye ayırmak zorundadır.”[6] Osmanlı
Devleti’nin son dönemlerinde de benzer politikalarla karşı karşıya kalınmış ve
Kırım Harbi’nden (1856) sonra yapılan
borçlanmaların, 1881’de faizi bile ödenemez hâle gelmiştir. Borç borçla
kapatılmaya çalışılmış, borcu borçla kapatmak için daha yüksek faizle borç
alınmış, borçlara karşılık olarak gösterilen demiryolları, madenler, su,
havagazı, elektrik, telefon tramvay, tünel gibi yerel hizmetler imtiyazlı
yabancı şirketlere devredilmişti. Özellikle demiryolları uzun vadeli kâr
garantili olarak yabancı şirketlere veriliyordu; hatta demiryolu hattının
geçeceği arazi yabancı şirkete bedelsiz veriliyor, bu hattın belli kilometre
kadar etrafındaki arazide çıkarılabilecek petrol ve maden arama ve kazı yapma
izinleri de bulunuyordu. Hatta Rusya’dan gelecek
Yahudi göçmenleri için Rothschild Ailesi’ne, 1882-1918 yılları arasında
500.000 dönüm arazi satılmıştı; Rothschild Ailesi’nden Sultan II. Abdülhamit döneminde, 1891 tarihinde 6.316.920 Sterlin ve
1894 yılında da 8.212.340 Sterlin borç alınmıştı.[7] Bu ekonomik
politikalarla Osmanlı Devleti sömürgeleştirilirken, siyaseten azınlık
meseleleri ve müdahale politikalarıyla, askerî olarak sürekli savaş
politikalarıyla kaynakları tamamen tükettirilmiştir. Bir taraftan da işbirlikçi
hükümetler ve devlet adamları da hatırlanırsa “şirketokrasi” üçgeni tamamlanmış gibidir. Bu
nedenlerle;
* Ülkemiz, neden üstesinden gelinemez görünen krizlerle sık sık
karşılaşmaktadır ve sık sık “kurtarılmak” durumunda kalmakta, beka sorunuyla
karşılaşmaktadır?
* Ülkenin
ekonomik büyümesi, neden nüfusun sadece küçük bir kısmına yarar ilen çoğunluk
için fakirleşme artmakta, hayat şartlarının daha da zorlaştığı görülmektedir;
bunun için ülkemizde yapılan araştırmalarda yoksulluk sınırını ve asgarî ücret
tartışmalarını hatırlamak yeterli sanırım.
* Ülkemiz
küresel şirketokrasinin etkilerini, parasal saldırısını göğüsleyebilmekte
midir?
* Para politikaları ve diğer malî politikalarla, ayrıca
uygulamalarda (F-35 projesinde) görüldüğü gibi ortak projelerden tek taraflı
olarak çıkarma ve yaptırım uygulamalarıyla Türkiye olumsuz bir çizgide
tutulmakta veya her an o çizgiye itilmek durumunda bulunmaktadır. Bir kriz
politikasıyla Türkiye, bir anda yoksul ülkeler sınıfına itilmektedir. Bu
durumda bir çağdaşlaşma projesi olarak görülen Avrupa Birliği hedefi bir
yaklaşıp bir uzaklaşmaktadır; bir serap gibi bir türlü erişilememektedir.
Siyasal ve ekonomik bu görüntünün diğer tarafındaki Türkiye yönetiminin de
gerçekten bu hedefe ulaşmak isteğinde olup olmadığı ayrı bir konudur.
* Öte yandan Avrupa Birliği ile ilişkilerde istenilen
düzeyi tutturmak hiçbir zaman mümkün olmayabilecektir; kaldı ki bu durum
yalnızca Türkiye’nin elinde olan bir şey değildir. AB ile uyum sürecindeki
tartışmalarda kriterlerin sürekli değiştiği görülmektedir. Bu zorluklara
Ermenistan, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin bitmeyen taleplerini ve
şantajlarını da eklemek gerekmektedir. Bu durumun AB lider devletlerinin işine
geldiği de düşünülebilir; çünkü onlar bu sorunlar sebebiyle sürekli olarak
Türkiye’nin içişlerine karışabilme ve taleplerini artırma imkânlarını ellerinde
tutmuş olmaktadırlar. Bu yolla Ortadoğu meselelerine müdahale edebilmeleri de
ayrı bir meseledir.
* Çok uzun vadeli siyasal projeler ve ülke
ekonomisinin kolay kolay kaldıramayacağı yatırımlara yönelme veya yöneltilmeler
ülkenin kaynaklarını tüketme politikalarının ve kabullenilmiş başarısızlık
sendromu yaratma stratejisinin bir parçası mıdır? Çünkü Dünya Bankası’nın
kalkınmayla ilgili yaşanan sorunların nedenlerini inceleyen ve çözüm
önerilerini ortaya koyan “İç Savaş ve
Kalkınma Politikası” raporunda,
bir ülkede barış zamanında iç savaş çıkma riskinin %10 artmasının, o ülkedeki
askerî harcamaların Gayrı Safi Millî Hasıla’daki (GSMH) oranın %1 artmasına
neden olduğu belirtilmiştir; yani ülkede veya bölgede gerilim politikasının
sürmesi veya yükseltilmesi uluslararası sermayenin ve şirketlerin çıkarına bir
durumdur.
Adı geçen raporda uluslararası enerji şirketlerinin iç
savaşlara verdiği desteklerden örnekler de verilmiştir. Bu çerçevede 1997’de
Kongo-Brazzaville’de yaşanan iç savaşta
Fransız Elf-Aquitaine şirketinin taraflardan birine, gelecekte petrol arama
hakkı verilmesi karşılığında 150 milyar dolar yardım yaptığı belirtilmiştir.[8]
Savaşta şirketin desteklediği taraf kazanmıştır. İtalyan enerji devi ENİ de Cezayir bağımsızlık savaşı sırasında, Cezayirlilere,
bağımsız devlet kurulduğunda imtiyazlar verilmesi karşılığında silâh ve para
yardımı yapmıştı.[9] Sonuç olarak Türkiye’nin bugünkü meselelerine bir de
bu açıdan bakmak faydalı olacaktır.