Saturday, April 28, 2018

'ÇIFTE STANDART' VE TÜRKİYE


27 Nisan 2018 günü medyada yer alan bir habere göre ABD’li 3 senatörün, F-35 savaş uçaklarının Türkiye’ye tesliminin engellenmesi için Kongre’ye yasa tasarısı sunduğu belirtiliyordu; Türkiye’nin, üretimine de katkıda bulunduğu  ileri teknoloji donanımlı F-35 savaş uçaklarından 100 adet alması plânlanmaktaydı. F- 35’lerin 2 adedi de bu yıl Türkiye’ye teslim edilecekti. Teslimatın durdurulmasını talep eden yasa tasarısında gerekçe olarak ABD’li Rahip Andrew Brunson’un Türkiye’de tutuklu olması gösterilmekte ve onun serbest bırakılması istenmekteydi;  ABD’li Rahip Andrew Brunson “Askerî casusluk  ve “FETÖ ve PKK adına suç işlediği” iddialarıyla İzmir’de yargılanmaktadır. Türkiye yargılama hakkını bir egemenlik meselesi olarak görürken, ABD vatandaşına dokundurtmamak gücünü sergiliyor... 
Bu tür gösteriler tarih boyunca görülebilir; müttefik veya düşman olmak gerekmez. Devlet olmak da budur; devlet, ben sizleri koruyacağım ama dış güçler bırakmıyor diyemez!
I. Dünya Savaşına girerken İngiltere’nin, Osmanlı Devleti’ne teslim edilmek üzere iken iki savaş gemisine el koyduğunu hatırlarsınız; mesele Lozan’da çözüldü. Malî müzakerelerde bu gemilerin ederinden vazgeçildi. Zaten başka bir şey de yapılamazdı. Bunun için konferansın terk edileceği yoktu. Ancak İngiltere zamanlamasını çok iyi yapmıştı.
II. Dünya Savaşı yıllarında da Almanya, Franz von Papen’i Ankara Büyükelçisi olarak İnönü hükümetine kabul ettirmek için Çekoslavakya’da Skoda fabrikalarına sipariş verilen obüs toplarına el koymakla tehdit etmişti.
Kıbrıs’ta Türklere yönelik bir katliam girişimini önlemek için, 1960’lı yıllarda Türk uçaklarının havadan müdahalesi müttefik ABD tarafından tepki ile karşılanmıştı; Başkan Johnson’un mektubunu ve uzun yıllar süren bir ABD ambargosu yaşanmıştı.
Zamanımızda da bu üstün egemenlik mücadelesi sürüp gidiyor; karşılıklı tutuklamalar, gece yarısı tahliyeler, tahliye edilen kişinin hemen yurt dışına çıkışı, takaslar, “paketlemeler” vb.
                                                          ***

Uluslararası siyasette üstün egemenlik mücadelesi tarihte yeni bir olgu değildir; son iki yüz yıllık siyasî tarihte güçlü devletlerin belirlediği büyük politikalarla uluslararası siyaset hep yeniden tanzim edilmiş, sınırlar yeniden çizilmiştir. Bu nedenle yakın geçmişin tecrübeleri günümüzü ve yakın geleceği anlamaya yardımcı olacaktır. Bu tür büyük politik değişimlerin Osmanlı’ya/Türkiye’ye yansıması ve bu yansımanın yarattığı sorunlar da kaçınılmaz olarak yaşanmıştır.  Osmanlı Devleti bu süreçte, Batı’ya karşı içe kapanma ve kendisinden olmayana düşman olma politikalarına değil, Batı’yı anlama ve onun gibi kalkınma ve güçlü olma politikalarına yönelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti de aynı siyaseti sürdürmüştür. Netice olarak siyasî tarihte bir “güçlü devlet” ve onun temsil ettiği, zamanına göre küresel “büyük politikalar” gerçeği vardır.
XIX. yüzyıldan itibaren siyasal güçlerin dünyayı yeniden tanzim etme politikaları incelenirse Fransa İhtilâli’nin getirdiği yeni fikirler bir dönüm noktasıdır: Avrupa’nın siyasal yapısı değişmeye başlamış, imparatorluklar dağılma sürecine girmiştir. İhtilâlin getirdiği fikirlerle yeni bir devlet ve toplum yapılanması ortaya çıkmaya, hanedan imparatorlukları dağılmaya başlamıştır. İhtilâlin getirdiği yeni fikirlerle devletler ve toplumlar bir değişim süreci yaşarlarken, tarihsel gelişim bir Fransız emperyalizmi ortaya çıkarmıştır.  Fransa hegemonyasına karşı Avrupa’nın diğer güçleri ortak bir cephe kurmuşlar ve siyasal düzenleri altüst olan Avrupa devletleri, yönetim biçimlerindeki farklılıklara bakmaksızın bir araya gelmişler, Fransa’yı yenerek Avrupa’nın siyasal düzenini yeniden kurmaya yönelmişlerdir. Neticede askerî bakımdan yenilmiş olan Fransa, ülkesi topraklarına çekilmeye zorlanmış, monarşiler canlandırılmış ve “yeni bir dünya düzeni” kurulmuştur.
Fransa’nın Orta ve Doğu Avrupa ile Akdeniz havzasında izlediği yayılmacı politikalara karşı kurulan Avrupa ittifakında taraflar karşılıklı olarak birbirlerinin toprak bütünlüklerini garanti ediyorlardı; Napolyon’un Mısır’a saldırısı sırasında Osmanlı’yı destekleyen Fransa karşıtı ittifak ta toprak bütünlüğü garantisi vermekte idiler. Fakat Fransa’nın yenilmesinden sonra İngiltere’yi Mısır’dan çıkarmak sorun olmuş ve Mısır meselesi uluslararası siyaset gündemine çekilmiştir. Netie bazı safhalardan sonra Mısır Türkiye’den koparılmıştır.
Rusya’nın tutumu da farklı değildir;  Rusya, Osmanlı ile ilgili meseleleri “Şark Meselesi” adıyla uluslararası gündeme taşımış ve Osmanlı topraklarına bir müdahale kapısı açmaya çalışmıştır. Güçlü devletler ortak çıkarlarda anlaştıklarında Türkiye’nin toprak bütünlüğü savunulur olmaktan hemen çıkmaktadır.
19. yüzyıldan sonra güçlü devletlerin ittifakında “din” esaslı bir faktör olarak görülmektedir; böylece sömürgecilik, ırkçılık, yayılmacılık meşrulaştırılmıştır. Bu dönemin güçlü devletleri arasındaki ittifakla yeni bir politik anlayış ortaya çıkmıştır;  kendilerini, Hristiyanlığın üç ana kolu olan Katoliklik, Protestanlık ve Ortodoksluk inançlarının Allah tarafından görevlendirilmiş temsilcileri sayıyorlar ve “karşılıklı münasebetlerini Hristiyan dininin kutsal ilkelerine dayandıracaklarını ve Allah’ın gösterdiği yolda yürüyeceklerini belirtiyorlardı”. Politika olarak monarşileri destekleyen bu işbirliği bir taraftan da silahlı kuvvetlerle müdahale ilkesini kabul etmişti.
Avrupa devletleri tarafından Osmanlı’ya karşı izlenen “çifte standart” politikasının, yani kendi aralarında geçerli olan ilkelerin ve sözleşmelerin Müslüman bir ülke ile olan münasebetlerde bağlayıcı olmayacağı düşüncesinin ve hareket tarzının tarihsel kökeninin dinsel olduğu anlaşılmaktadır: “Devletler hukukunun kurucusu addedilen Hollanda’lı Hugo  Grotius, Hristiyan  olmayanlarla  akdedilen  ittifakların meşrûluğunu kabulde son derece  ihtiyatkâr  davranmakta idi.” İngiliz hukuk bilginlerinden Lord  Coke  da Hristiyanlar ile  Türkler  arasındaki  bir  karşılıklı savunma anlaşmasının meşrû, yani bağlayıcı olmadığını iddia etmiştir. Batı hukukunda oluşturulan bu doktrine göre, “Hristiyan olmayana harp açmak, Avrupa amme hukukunun bir parçası olmuştur” ve  Orta Çağlarda, Hristiyan çevrelerde, kendilerininkinden başka bir dine mensup olan her milleti Hristiyan yapmak için onu mağlup etmenin yalnız bir hak değil, aynı zamanda bir vazife olduğu genel bir inanç ve hareket prensibi olmuştu.” Bu anlayış Batı’nın kendinden olmayan milletlerle/devletlerle münasebetlerinin, sömürgeciliğinin, misyonerliğinin, Amerika ve Okyanusya’nın beyazlaştırılmasının ve Hristiyanlaştırılmasının da “ahlâkî” temelini oluşturmuştur.
Avrupa’nın güçlü devletleri Osmanlı’yı kendi camialarından saymadıklarından, kendi aralarındaki işbirliği ve dayanışma ilkelerini Osmanlı İmparatorluğu’yla münasebetlerinde esas almak gereğini duymamışlardır.
Avrupa’nın, 1830 ve 1848 ihtilâlleriyle yeni bir döneme giriyordu; siyasal konjonktürde liberal, parlamenter, anayasal düzen talepleri yükseliyordu ve millî devletler çağı başlıyordu. Bir taraftan da sanayileşmenin getirdiği kalkınma ve zenginlikle birlikte gittikçe artan hammadde-pazar mücadelesi, yeni sömürgecilik politikaları dünyayı yeni bir çatışmaya doğru götürüyordu; bu çatışmaların ve paylaşım politikalarının hedefinde de Osmnalı İmparatorluğu’nun toprakları bulunmakta idi. Müdahale ve sürekli savaş politikalarıyla en başta insan kaynaklarını tüketen Osmanlı, ekonomik kaynaklarının da yetersiz kalması sonucunda bir borçlanma sarmalına girmiş ve sömürgeleştirme politikalarına maruz kalmıştır. Bu durumda güçlü Avrupa devletlerinin kendi çıkarları doğrultusunda bir Osmanlı politikası geliştirdikleri görülmektedir. Bu politikalara genel olarak “Şark Politikası” veya “Hasta Adam” politikası denmiştir.
Rusya, Osmanlı ile ilişkileri bir din eksenine oturtmuş, böylece Balkanlar’daki Hrıstiyan halkların koruyucusu pozisyonunu almış ve diğer Batılı büyük güçleri de Osmanlı’ya karşı bir mücadelede nasıl bir tutum takınacakları hususunda sıkıştırma imkânı elde etmişti.
19. yüzyılın başından itibaren izlediği bu politikası istikâmetinde Rusya, Avrupa’nın diğer güçlü devletlerine, Osmanlı ile arasında bir savaş çıkarsa tutumlarının ne olacağını sormuştur. Osmanlı Devleti yıkılacak olursa  Türk egemenliği” yerine nasıl bir düzen düşünüldüğünü de soran Rus Çarı, Osmanlı topraklarının paylaşılması siyasetini gündeme getirmiştir. Osmanlı’nın politikası ise, ne yazık ki güçlü devletler arasında çıkar çatışmalarından medet ummak şeklinde idi!
İngiltere’nin Kırım Harbi’nde Rusya’ya karşı Osmanlı’yı desteklemesinin amacı Osmanlı toprak bütünlüğünü korumak değildi. Aslında Avrupa’daki güç dengelerini yeniden tanımlama ihtiyacı doğmuştu; Osmanlı Devleti’nin dağılması ve Rusya’nın topraklarını güneye doğru genişletmesi durumunda İngiltere’nin Asya’daki kolonilerine (özellikle Hindistan’a) ulaşmasını zorlaştıracaktı.
Fransa, Rusya’nın Avrupa güçler dengesinin dışında tutulması konusunda İngiltere ile benzer bir politika izliyordu. Rusya’ya karşı girişilebilecek bir müdahale, Fransa’yı Avrupa’da yeniden üstün duruma getirebilirdi. Bu nedenlerle Fransa, Osmanlı Devleti-Rusya geriliminde, tıpkı İngiltere gibi, Osmanlı Devleti’nden yana bir tutum takındı. Avusturya ise bu gelişmeler ve bir statüko değişikliği sonrasında gücünü kaybetme endişesi taşıyordu. Neticede Rusya yenilmiş ve Akdeniz havzasından uzaklaştırılmıştır. Ama Osmanlı toprak bütünlüğü korunmuş sanılmasın; yeni Avrupa’nın güçlü devletleri 1856 Paris Anlaşması’nın 7. Maddesiyle Osmanlı devletini Avrupa devletler topluluğunun bir üyesi sayarken, topraklarının bütünlüğü garanti altına alınmış olmasına rağmen, hemen anlaşmanın arkasından Osmnalı’nın Balkan toprakları parçalanmış Mısır, Kıbrıs, Bosna- Hersek gibi topraklardan İngiliz ve Avusturya  yönetimine, Tunus Fransa yönetimine bırakılmıştır. Bilindiği üzere arkasından Trablusgarb İtalya işgaline uğramıştır. Bu çözülme sürecini fırsat bilen yeni Balkan devletleri de, Balkan savaşlarıyla Osmanlı aleyhine toprak kazanmışlardır.
I. Dünya Savaşı, güçlü devletlerin küresel çıkar çatışmaları yüzünden çıkmış olmasına rağmen Şark Politikaları’nın finali gibidir: “Üçlü İttifak” blokunda yer alan Osmanlı Devleti için savaş ağır bir yenilgiyle sonuçlanmıştır; daha doğrusu ittifakın diğer ortakları Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan için savaş bittiği hâlde, savaş sonrası barış süreci Osmanlı Devleti’nin tasfiyesine dönüşünce, Türkler için savaş dört yıl daha sürmüştür.
I. Dünya Savaşı’nı bitiren barış görüşmelerine esas olmak üzere 18 Ocak 1919 tarihinde Paris Barış Konferansı toplanmıştı; görüşmelerin esasını, 8 Ocak 1918 tarihinde ABD Başkanı Woodrov Wilson’ın ABD Kongresi’nde yaptığı konuşma çerçevesindeki ilkeler teşkil etmiştir; bu ilkeler daha sonraları “Wilson İlkeleri” olarak adlandırılmıştır; Wilson İlkeleri Avrupa’nın haritasını yeniden çizerken  yani yeni dünya düzeninin ilkeleri belirlenirken Osmanlı topraklarının da paylaşılması ve bu topraklar üzerinde Ermenistan, Pontus, İyonya, Kürdistan, Kilikya gibi yeni devletlerin kurulması gündeme geliyordu.
Wilson İlkeleri’yle İmparatorluğun Türklerle yerleşik yerlerinin bütünlüğü kabul ediliyorsa da, bu konu müphem kalmakta idi; Paris Barış Konferansı kararları ile manda yönetiminin kabul edilmesi ve İzmir’in Yunan ordusu tarafından işgal edilmesinin kararlaştırılması Anadolu’da nüfus çoğunluğu iddialarını ve Anadolu’da kurulması tasarlanan devletlerin sınırları meselesini gündeme getirmiştir.
21. yüzyılın başlarından bu yana geçen kısa sürede de   Batı”nın müttefiki olarak görülen Türkiye,  Küreselleşme” adıyla tanımlanan büyük politikalarla ve bu politikaların yapıcısı durumunda olan büyük güçlerle karşı karşıya kalmıştır; yeni bir dünya kurulmakta, sınırlar yeniden çizilmekte, yeni değerler yaratılmaktadır...... Türkiye ise tarihî tecrübe ile gördüğümüz “çifte standart” ve “müdahale” politikalarına maruz kalmaktadır. Üst düzey Avrupalı bir diplomat olan Robert Cooper’n tanımlamasıyla “Liberal emperyalizm” le karşılaşan Türkiye, içte de Cumhuriyet’in ilânından bu yana iktidar gücü olamayan bir politika ile tanışmıştır.
Sonuç olarak
* Osmanlı Devleti, kendisini Avrupa devletler hukukuna dâhil görmediğinden “İnsan ve Vatandaş Hakları Demeci”ni de kendisi için tehlikeli bulmamıştır
*Sorun toprak bütünlüğünün tanınması meslesi olarak somutlaşmıştır.
*Mesele Türkiye ile olan sorunları uluslararası alana taşıyarak Türkiyeyi yormak ve kaynaklarını enerjisini tüketmeye yönelmişlerdir.
*Osmanlı da Türkiye Cumhuriyeti de hep bir müdahale politikasından yakınmıştır; çağımızda bu politikanın enstrümanları çoğalmıştır. Hatta Türkiye’ye müdahaleyi bazı Türk vatandaşları, siyasal partiler, politikacılar ister olmuşlardır; sorunun diğer cephesi de budur.
*Çifte standart politikasında din esaslı bir muharrik güç olarak görülmektedir. Özellikle “yeni dünya düzeni” iddiasındaki devletler, başka inançtaki toplumların inançlarının nasıl olması lâzım geldiğini bir projelendirmektedirler; ılımlı vs. gibi.
Türkiye, dünyanın yeniden yapılandırıldığı bu dönemde eşit ve egemen bir devlet olarak uluslararası münasebetler manzumesinde yer almakta mıdır?
XX. yüzyılın sonları ve XXI. yüzyılın başları diyebileceğimiz bu dönemde Türkiye’nin karşılaştığı iki temel sorun olan terörizm ve AB Müzakere Süreci’nde Türk kamuoyu, çifte standart ve müdahale politikalarına maruz kaldığı endişesini taşımakta mıdır?
* Kötüleşen ticarî, malî, ekonomik şartlar sonucunda tanınan imtiyazlar yoluyla Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahale edilmiştir. Ayrıca Batı’nın güçlü devletleri, kendilerinin politikalarına sadakat gösteren siyaseti ve siyasetçileri destekleyen politikalarla da müdahalelerde bulunmuşlardır.  Bütün bu politikaların meşruiyeti nereden gelmektedir? Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhak etmesi karşısında gazeteciler, Avusturya’nın İstanbul elçisi Marki Pallaviçini’ye, Avusturya’nın ne hakla bu Osmanlı ülkesini ilhak ettiklerini sordukları zaman, elçinin cevabı, “ Hakkımız var, zira kuvvetimiz var” demek olmuştu.