27 Nisan
2018 günü medyada yer alan bir habere göre ABD’li 3 senatörün, F-35 savaş
uçaklarının Türkiye’ye tesliminin engellenmesi için Kongre’ye yasa tasarısı
sunduğu belirtiliyordu; Türkiye’nin, üretimine de katkıda bulunduğu ileri teknoloji donanımlı F-35 savaş
uçaklarından 100 adet alması plânlanmaktaydı. F- 35’lerin 2 adedi de bu yıl
Türkiye’ye teslim edilecekti. Teslimatın durdurulmasını talep eden yasa
tasarısında gerekçe olarak ABD’li Rahip Andrew Brunson’un Türkiye’de tutuklu
olması gösterilmekte ve onun serbest bırakılması istenmekteydi; ABD’li Rahip Andrew Brunson “Askerî casusluk” ve “FETÖ ve PKK adına suç işlediği” iddialarıyla İzmir’de yargılanmaktadır.
Türkiye yargılama hakkını bir egemenlik meselesi olarak görürken, ABD
vatandaşına dokundurtmamak gücünü sergiliyor...
Bu
tür gösteriler tarih boyunca görülebilir; müttefik veya düşman olmak gerekmez.
Devlet olmak da budur; devlet, ben sizleri koruyacağım ama dış güçler
bırakmıyor diyemez!
I.
Dünya Savaşına girerken İngiltere’nin, Osmanlı Devleti’ne teslim edilmek üzere
iken iki savaş gemisine el koyduğunu hatırlarsınız; mesele Lozan’da çözüldü.
Malî müzakerelerde bu gemilerin ederinden vazgeçildi. Zaten başka bir şey de
yapılamazdı. Bunun için konferansın terk edileceği yoktu. Ancak İngiltere
zamanlamasını çok iyi yapmıştı.
II.
Dünya Savaşı yıllarında da Almanya, Franz von Papen’i Ankara Büyükelçisi olarak
İnönü hükümetine kabul ettirmek için Çekoslavakya’da Skoda fabrikalarına
sipariş verilen obüs toplarına el koymakla tehdit etmişti.
Kıbrıs’ta
Türklere yönelik bir katliam girişimini önlemek için, 1960’lı yıllarda Türk
uçaklarının havadan müdahalesi müttefik ABD tarafından tepki ile karşılanmıştı;
Başkan Johnson’un mektubunu ve uzun yıllar süren bir ABD ambargosu yaşanmıştı.
Zamanımızda
da bu üstün egemenlik mücadelesi sürüp gidiyor; karşılıklı tutuklamalar, gece yarısı
tahliyeler, tahliye edilen kişinin hemen yurt dışına çıkışı, takaslar,
“paketlemeler” vb.
***
Uluslararası
siyasette üstün egemenlik mücadelesi tarihte yeni bir olgu değildir; son iki
yüz yıllık siyasî tarihte güçlü devletlerin belirlediği büyük politikalarla uluslararası
siyaset hep yeniden tanzim edilmiş, sınırlar yeniden çizilmiştir. Bu nedenle
yakın geçmişin tecrübeleri günümüzü ve yakın geleceği anlamaya yardımcı
olacaktır. Bu tür büyük politik değişimlerin Osmanlı’ya/Türkiye’ye yansıması ve
bu yansımanın yarattığı sorunlar da kaçınılmaz olarak yaşanmıştır. Osmanlı Devleti bu süreçte,
Batı’ya karşı içe kapanma ve kendisinden olmayana düşman olma politikalarına
değil, Batı’yı anlama ve onun gibi kalkınma ve güçlü olma politikalarına
yönelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti de aynı siyaseti sürdürmüştür. Netice olarak
siyasî tarihte bir “güçlü devlet” ve
onun temsil ettiği, zamanına göre küresel “büyük
politikalar” gerçeği vardır.
XIX.
yüzyıldan itibaren siyasal güçlerin dünyayı yeniden tanzim etme politikaları incelenirse
Fransa İhtilâli’nin getirdiği yeni fikirler bir dönüm noktasıdır: Avrupa’nın
siyasal yapısı değişmeye başlamış, imparatorluklar dağılma sürecine girmiştir.
İhtilâlin getirdiği fikirlerle yeni bir devlet ve toplum yapılanması ortaya
çıkmaya, hanedan imparatorlukları dağılmaya başlamıştır. İhtilâlin getirdiği
yeni fikirlerle devletler ve toplumlar bir değişim süreci yaşarlarken, tarihsel
gelişim bir Fransız emperyalizmi ortaya çıkarmıştır. Fransa hegemonyasına karşı Avrupa’nın diğer
güçleri ortak bir cephe kurmuşlar ve siyasal düzenleri altüst olan Avrupa
devletleri, yönetim biçimlerindeki farklılıklara bakmaksızın bir araya
gelmişler, Fransa’yı yenerek Avrupa’nın siyasal düzenini yeniden
kurmaya yönelmişlerdir. Neticede askerî
bakımdan yenilmiş olan Fransa, ülkesi
topraklarına çekilmeye zorlanmış, monarşiler canlandırılmış ve “yeni bir dünya düzeni” kurulmuştur.
Fransa’nın
Orta ve Doğu Avrupa ile Akdeniz havzasında izlediği yayılmacı politikalara
karşı kurulan Avrupa ittifakında taraflar karşılıklı olarak birbirlerinin
toprak bütünlüklerini garanti ediyorlardı; Napolyon’un Mısır’a saldırısı
sırasında Osmanlı’yı destekleyen Fransa karşıtı ittifak ta toprak bütünlüğü garantisi vermekte idiler. Fakat Fransa’nın
yenilmesinden sonra İngiltere’yi Mısır’dan çıkarmak sorun olmuş ve Mısır
meselesi uluslararası siyaset gündemine çekilmiştir. Netie bazı safhalardan
sonra Mısır Türkiye’den koparılmıştır.
Rusya’nın
tutumu da farklı değildir; Rusya, Osmanlı
ile ilgili meseleleri “Şark Meselesi” adıyla uluslararası gündeme taşımış ve Osmanlı
topraklarına bir müdahale kapısı açmaya çalışmıştır. Güçlü devletler ortak
çıkarlarda anlaştıklarında Türkiye’nin toprak bütünlüğü savunulur olmaktan
hemen çıkmaktadır.
19. yüzyıldan
sonra güçlü devletlerin ittifakında “din” esaslı bir faktör olarak
görülmektedir; böylece sömürgecilik, ırkçılık, yayılmacılık
meşrulaştırılmıştır. Bu dönemin güçlü devletleri arasındaki ittifakla yeni bir
politik anlayış ortaya çıkmıştır; kendilerini,
Hristiyanlığın üç ana kolu olan Katoliklik,
Protestanlık ve Ortodoksluk inançlarının Allah tarafından görevlendirilmiş
temsilcileri sayıyorlar ve “karşılıklı
münasebetlerini Hristiyan dininin kutsal ilkelerine dayandıracaklarını ve
Allah’ın gösterdiği yolda yürüyeceklerini belirtiyorlardı”. Politika olarak
monarşileri destekleyen bu işbirliği bir taraftan da silahlı kuvvetlerle
müdahale ilkesini kabul etmişti.
Avrupa
devletleri tarafından Osmanlı’ya karşı izlenen “çifte
standart” politikasının, yani kendi aralarında geçerli olan ilkelerin ve
sözleşmelerin Müslüman bir ülke ile olan münasebetlerde bağlayıcı olmayacağı
düşüncesinin ve hareket tarzının tarihsel kökeninin dinsel olduğu
anlaşılmaktadır: “Devletler hukukunun
kurucusu addedilen Hollanda’lı
Hugo Grotius,
Hristiyan olmayanlarla akdedilen
ittifakların meşrûluğunu kabulde son derece ihtiyatkâr
davranmakta idi.” İngiliz
hukuk bilginlerinden Lord Coke da Hristiyanlar
ile Türkler arasındaki
bir karşılıklı savunma
anlaşmasının meşrû, yani bağlayıcı olmadığını iddia etmiştir. Batı hukukunda
oluşturulan bu doktrine göre, “Hristiyan
olmayana harp açmak, Avrupa amme hukukunun bir parçası olmuştur” ve “Orta
Çağlarda, Hristiyan çevrelerde, kendilerininkinden başka bir dine mensup olan
her milleti Hristiyan yapmak için onu mağlup etmenin yalnız bir hak değil, aynı
zamanda bir vazife olduğu genel bir inanç ve hareket prensibi olmuştu.” Bu
anlayış Batı’nın kendinden olmayan
milletlerle/devletlerle münasebetlerinin, sömürgeciliğinin, misyonerliğinin,
Amerika ve Okyanusya’nın beyazlaştırılmasının ve Hristiyanlaştırılmasının da “ahlâkî” temelini oluşturmuştur.
Avrupa’nın
güçlü devletleri Osmanlı’yı kendi camialarından saymadıklarından, kendi aralarındaki
işbirliği ve dayanışma ilkelerini Osmanlı İmparatorluğu’yla münasebetlerinde esas almak gereğini
duymamışlardır.
Avrupa’nın, 1830 ve 1848 ihtilâlleriyle yeni bir
döneme giriyordu; siyasal konjonktürde liberal, parlamenter, anayasal düzen talepleri yükseliyordu ve millî
devletler çağı başlıyordu. Bir taraftan da sanayileşmenin getirdiği kalkınma ve
zenginlikle birlikte gittikçe artan hammadde-pazar mücadelesi, yeni
sömürgecilik politikaları dünyayı yeni bir çatışmaya doğru götürüyordu; bu
çatışmaların ve paylaşım politikalarının hedefinde de Osmnalı İmparatorluğu’nun
toprakları bulunmakta idi. Müdahale ve sürekli savaş politikalarıyla en başta insan kaynaklarını tüketen
Osmanlı, ekonomik kaynaklarının da yetersiz kalması sonucunda bir borçlanma
sarmalına girmiş ve sömürgeleştirme politikalarına maruz kalmıştır. Bu durumda güçlü Avrupa devletlerinin
kendi çıkarları doğrultusunda bir Osmanlı politikası
geliştirdikleri görülmektedir. Bu politikalara genel olarak “Şark Politikası” veya “Hasta
Adam” politikası denmiştir.
Rusya, Osmanlı ile ilişkileri bir din eksenine oturtmuş,
böylece Balkanlar’daki Hrıstiyan halkların koruyucusu pozisyonunu almış ve
diğer Batılı büyük güçleri de Osmanlı’ya karşı bir mücadelede nasıl bir tutum
takınacakları hususunda sıkıştırma imkânı elde etmişti.
19. yüzyılın başından itibaren izlediği bu politikası
istikâmetinde Rusya, Avrupa’nın diğer güçlü devletlerine, Osmanlı ile arasında
bir savaş çıkarsa tutumlarının ne olacağını sormuştur. Osmanlı Devleti yıkılacak
olursa “Türk egemenliği” yerine nasıl bir düzen düşünüldüğünü de soran Rus
Çarı, Osmanlı topraklarının paylaşılması siyasetini gündeme getirmiştir. Osmanlı’nın
politikası ise, ne yazık ki güçlü devletler arasında çıkar çatışmalarından
medet ummak şeklinde idi!
İngiltere’nin Kırım Harbi’nde Rusya’ya karşı Osmanlı’yı
desteklemesinin amacı Osmanlı toprak bütünlüğünü korumak değildi. Aslında
Avrupa’daki güç dengelerini yeniden tanımlama ihtiyacı doğmuştu; Osmanlı
Devleti’nin dağılması ve Rusya’nın topraklarını güneye doğru genişletmesi durumunda
İngiltere’nin Asya’daki kolonilerine (özellikle Hindistan’a) ulaşmasını
zorlaştıracaktı.
Fransa, Rusya’nın Avrupa güçler dengesinin dışında tutulması
konusunda İngiltere ile benzer bir politika izliyordu. Rusya’ya karşı
girişilebilecek bir müdahale, Fransa’yı Avrupa’da yeniden üstün duruma
getirebilirdi. Bu nedenlerle Fransa, Osmanlı Devleti-Rusya geriliminde, tıpkı İngiltere gibi, Osmanlı
Devleti’nden yana bir tutum takındı. Avusturya
ise bu gelişmeler ve bir statüko değişikliği sonrasında gücünü kaybetme
endişesi taşıyordu. Neticede Rusya yenilmiş ve Akdeniz havzasından
uzaklaştırılmıştır. Ama Osmanlı toprak bütünlüğü korunmuş sanılmasın; yeni
Avrupa’nın güçlü devletleri 1856 Paris Anlaşması’nın 7. Maddesiyle Osmanlı
devletini Avrupa devletler topluluğunun bir üyesi sayarken, topraklarının bütünlüğü
garanti altına alınmış olmasına rağmen, hemen anlaşmanın arkasından Osmnalı’nın
Balkan toprakları parçalanmış Mısır, Kıbrıs, Bosna- Hersek gibi topraklardan
İngiliz ve Avusturya yönetimine, Tunus
Fransa yönetimine bırakılmıştır. Bilindiği üzere arkasından Trablusgarb İtalya
işgaline uğramıştır. Bu çözülme sürecini fırsat bilen yeni Balkan devletleri
de, Balkan savaşlarıyla Osmanlı aleyhine toprak kazanmışlardır.
I. Dünya Savaşı, güçlü devletlerin küresel çıkar çatışmaları yüzünden
çıkmış olmasına rağmen Şark Politikaları’nın finali gibidir: “Üçlü İttifak” blokunda yer alan Osmanlı
Devleti için savaş ağır bir yenilgiyle
sonuçlanmıştır; daha doğrusu ittifakın diğer ortakları Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan
için savaş bittiği hâlde, savaş sonrası barış süreci Osmanlı Devleti’nin tasfiyesine
dönüşünce, Türkler için savaş dört yıl daha sürmüştür.
I. Dünya Savaşı’nı bitiren barış görüşmelerine esas olmak üzere 18 Ocak
1919 tarihinde Paris Barış Konferansı toplanmıştı; görüşmelerin esasını,
8 Ocak 1918 tarihinde ABD Başkanı Woodrov Wilson’ın ABD
Kongresi’nde yaptığı konuşma çerçevesindeki ilkeler teşkil etmiştir; bu ilkeler
daha sonraları “Wilson İlkeleri”
olarak adlandırılmıştır; Wilson İlkeleri Avrupa’nın haritasını yeniden çizerken
yani yeni dünya düzeninin ilkeleri
belirlenirken Osmanlı topraklarının da paylaşılması ve bu topraklar üzerinde
Ermenistan, Pontus, İyonya, Kürdistan, Kilikya gibi yeni devletlerin kurulması
gündeme geliyordu.
Wilson İlkeleri’yle İmparatorluğun Türklerle yerleşik yerlerinin
bütünlüğü kabul ediliyorsa da, bu konu müphem kalmakta idi; Paris Barış
Konferansı kararları ile manda yönetiminin
kabul edilmesi ve İzmir’in Yunan ordusu tarafından
işgal edilmesinin kararlaştırılması Anadolu’da nüfus çoğunluğu iddialarını ve
Anadolu’da kurulması tasarlanan devletlerin sınırları meselesini gündeme
getirmiştir.
21. yüzyılın başlarından bu yana geçen kısa sürede de “Batı”nın
müttefiki olarak görülen Türkiye, “Küreselleşme” adıyla tanımlanan büyük
politikalarla ve bu politikaların yapıcısı durumunda olan büyük güçlerle karşı
karşıya kalmıştır; yeni bir dünya kurulmakta, sınırlar yeniden çizilmekte, yeni
değerler yaratılmaktadır...... Türkiye ise tarihî tecrübe ile gördüğümüz “çifte standart” ve “müdahale” politikalarına maruz kalmaktadır. Üst düzey Avrupalı bir diplomat olan Robert
Cooper’n tanımlamasıyla “Liberal emperyalizm” le karşılaşan
Türkiye, içte de Cumhuriyet’in ilânından bu yana iktidar gücü olamayan bir
politika ile tanışmıştır.
Sonuç olarak
* Osmanlı Devleti, kendisini Avrupa devletler hukukuna dâhil görmediğinden
“İnsan ve Vatandaş Hakları Demeci”ni
de kendisi için tehlikeli bulmamıştır
*Sorun toprak bütünlüğünün tanınması
meslesi olarak somutlaşmıştır.
*Mesele Türkiye ile olan sorunları
uluslararası alana taşıyarak Türkiyeyi yormak ve kaynaklarını enerjisini
tüketmeye yönelmişlerdir.
*Osmanlı da Türkiye Cumhuriyeti de
hep bir müdahale politikasından yakınmıştır; çağımızda bu politikanın
enstrümanları çoğalmıştır. Hatta Türkiye’ye müdahaleyi bazı Türk vatandaşları,
siyasal partiler, politikacılar ister olmuşlardır; sorunun diğer cephesi de
budur.
*Çifte standart politikasında din
esaslı bir muharrik güç olarak görülmektedir. Özellikle “yeni dünya düzeni”
iddiasındaki devletler, başka inançtaki toplumların inançlarının nasıl olması
lâzım geldiğini bir projelendirmektedirler; ılımlı vs. gibi.
Türkiye, dünyanın yeniden yapılandırıldığı bu dönemde eşit ve egemen bir devlet olarak uluslararası münasebetler
manzumesinde yer almakta mıdır?
XX. yüzyılın sonları ve XXI. yüzyılın başları diyebileceğimiz bu dönemde
Türkiye’nin karşılaştığı iki temel sorun olan terörizm ve AB Müzakere Süreci’nde Türk kamuoyu, çifte
standart ve müdahale politikalarına maruz kaldığı endişesini taşımakta mıdır?
* Kötüleşen ticarî, malî, ekonomik şartlar sonucunda tanınan imtiyazlar
yoluyla Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahale
edilmiştir. Ayrıca Batı’nın güçlü devletleri, kendilerinin politikalarına
sadakat gösteren siyaseti ve siyasetçileri destekleyen politikalarla da
müdahalelerde bulunmuşlardır. Bütün bu
politikaların meşruiyeti nereden gelmektedir? Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhak etmesi karşısında
gazeteciler, Avusturya’nın İstanbul elçisi Marki Pallaviçini’ye, Avusturya’nın ne hakla bu
Osmanlı ülkesini ilhak ettiklerini sordukları zaman, elçinin cevabı, “ Hakkımız var, zira kuvvetimiz var” demek
olmuştu.